21 Ağustos 2015 Cuma

DENİZDEN IŞIKLANMAK...




Müslüm Kabadayı


          Çam ve zakkum kokularını ciğerlerime doldurarak sahile vardığımda, “Bu sabah dubaya kadar yüzeceğim.” dedim içimden. 12 Eylül işkencecilerinin kollarımda ve ciğerlerimde yaptıkları tahribatı yenmeye kararlıydım artık.
          Deniz çarşaf gibiydi, hava serin olmasına karşın su ılıktı. Canlı olarak milyonlarca yıl önce çıktığım yere, ölüm kaygısı duymadan girmeyi ne çok isterdim; oysa soluğumun suya yetmeyeceği korkusunu taşıdım hep. Solmadan her ortamda soluklanmayı türümün becerememiş olmasına tepkilendim bir an. Kıyıdaki küçük taşlara, çakıllara vuran suyun, sabah güneşini kırarak gözüme yansıtmasına daha fazla dayanamayıp girdim denize.
                      Kıyıdan yirmi metre kadar ilerlerken dizime gelen suyun dibinde beni büyüleyen bir ışık manzarası oluşmuştu. Dipteki her şey cam gibi görünüyordu. Üç beş santim genişliğinde kıyıya paralel uzanan kum dalgalarına vuran baklava dilimi biçimindeki ışık yansımaları, suyun hafif dalgaları eşliğinde âdeta dans ediyordu. Bir karış uzunluğundaki kefallerin bu ışık huzmesinde dolanmaları da bu manzaraya bir başka renk katıyordu. Kum dalgalarının üzerine yapışan küçük yosunları hareketlendiren kefalleri ürkütmemek için âdeta milimetrik ilerliyordum. Bu manzaraya kendimi çok kaptırmış olmalıyım ki benden sonra suya girenlerin ileride kulaç atmaya başladıklarını fark ettim. Büyük dalgalar peydahlanmadan, su uykusundayken dubaya kadar gidip gelmeyi hedeflemiştim oysa. “Ateş yakar, su boğarmış.” sözü geldi aklıma. Ardından annemin “Suyla oynanmaz!” uyarısı. Hemen derine ilerledim ve deniz çarşafının üzerine uzanıp suyun içinden ellerimle seri kulaçlar çekerek yüzmeye başladım.
                      Küçük kırmızı bir dubaydı gideceğim yer. İleride üçer beşerli insanlar yüzüyor ve aralarında sohbet ediyorlardı. Oldum olası yüzenlerin sohbetleri ilgimi çekerdi. Sanki karada unuttuklarını, suda daha derinden anımsıyorlardı. Suyun kaldırma kuvvetinden insanların derin bellekleri etkileniyordu belki de. O anda, “Yüzerken yaratıcılığımız da dipten yüzeye yükseliyor mu?” sorusu geldi aklıma. Bu konuyu hiç deneyimlememiştim ya da üzerine hiç düşünmemiştim. Düşünmemiş olduğuma hayıflanırken önümdeki orta yaşlı iki erkek yüzere yaklaşmıştım. Etine dolgun, iri başlı ve dişleri bembeyaz görüneni, siperi uzun şapka giyen arkadaşına, “Ben hep ileri giderim arkadaş. Bak, dubaya yakın yüzenleri geçmezsem rahat edemem.” diyordu. Siperi uzun şapka giyen kır saçlı ve ince bıyıklıydı. Bana doğru dönerek yüzüyordu. “Hayrola, neden dönüyorsunuz?” dedim. “Benden buraya kadar. Su, daha önce bana haddimi bildirmişti.” yanıtını verince, “anlıyorum” dercesine baş işareti yaptım ama haddimi bilmemekte ısrar ederek dipten kulaç atmaya devam ettim. “Hepilerici”den benim neyim geriydi ki…
                      Göğsüm sıkışmadan, kollarım kesilmeden ilerliyordum suda. Deniz dostluğunu sunuyordu âdeta bana. Sağ ilerimde üç yaşlı yüzerin konuşmaları kulağıma geliyordu bu kez. Konuşmalarından üçünün de Kömür İşletmeleri’nden emekli mühendis oldukları anlaşılıyordu. Şivesinden Kürt olduğu anlaşılan yüzer, arkadaşlarına ekonomiyle ilgili değerlendirmesini şöyle bitiriyordu: “Her gün komşusundan ödünç yumurta alan biri gerektiğinde ona kafa tutamaz arkadaş! Bakın sizlerle 38 yıl birlikte çalıştık. Bir gün benim kimseden borç aldığımı gördünüz mü?” Onun bu sözlerine “Haklısın!” diyen arkadaşlarının susmaları üzerine düşündüm. “Borç yiğidin kamçısıdır, diyenler, ‘jöleli yiğitler’ olabilir herhalde.” cümlemi kurdum içimden. “İlk insan topluluklarında olduğu gibi ekonomisiz yaşamı, denizle dost olmayı bilerek kurmak…” dedim ama orada durdum.
                      Düşünmede durdum ama suyun kaldırma ve dalganın itme kuvvetine orantılı su içinden kulaçlarım hızlandı. Bu kez sol yanımdaki bir grup kadının sohbetleri kulağıma çalınmaya başladı. Üçü yaşlı, ikisi gençti kadınların. Saçı örgülü ve esmer tenli olan genç kadın, arada bir elini sudan dışarı çıkarıp heyecanlı konuşmasına işaretlerle katkıda bulunuyordu. “Teyze ya, senin çalıştığın dönemdekinden çok farklı şimdi fabrikanın durumu. Bak senin çalıştığın dönemde sendika varmış, tüketim kooperatifi çalışıyormuş. Şimdi çalışanların yaş ortalaması kaç biliyor musun? Yirmi altı buçuk! Ekiplerin başında hep genç mühendisler. Birbirleriyle performans yarışması yapıyorlar, patron için yağlı börek tabi ki!” Yirmi yıl önce performans uygulamasının emekçilerin kazanılmış haklarını tasfiye edeceğini, çalışanlar arasındaki dayanışmayı moral açıdan da parçalayacağını, buna cepheden karşı mücadele yürütmek gerektiğini dile getirdiğimizde kimi sendikacıların, işgüzar yöneticilerin nasıl kıvırdıklarını anımsadım. “Ağacı çürüten içindeki kurttur, içimizdeki çürükleri eleyerek yol almalıyız!” dediğimizde de kurtların, elmaların çoğunu ısırdığını anlamakta geç kalmıştık.
Hayatta zamanlamanın ya da koşulları kendi iç dinamikleriyle ustaca değerlendirmenin yaşamsallığını böyle deneyimlerimden de biliyordum. Kapsayıcı olanınsa büyük tarihi iyi okumaktan geçtiğini, olgu ve durumlara bütünsel, felsefi bilinçle bakmak gerektiğini diyalog kurduğum herkese hissettirmeye çalışıyordum. Bu fabrika işçisi genç kadının anlattığı durum, çubuğu zamanında ve doğru yöne bükmekte ustalaşmayı derinden duyumsattı bana. Duyumsadım; Paris Komünarlarının yeterince hazırlık yapmadan, örgütsel donanıma kavuşmadan isyanı başlatmalarının yol açtığı yıkımı… Duyumsadım; Ekim Devrimini ateşlememiş olsalardı, Sovyetlerin intihar edeceğini… Şimdiyi düşündüm; isyanla oynayanların savaş baronlarının ekmeğine nasıl yağ sürdüklerini… ve suda çırpındım, acılı yurdumun yaralı insanlarını denizin sağaltıcı zengin sularında nasıl tedavi edeceğimizi daldım.
                      Kadınlar sohbetlerine ara verip sırtüstü yüzerek geri dönerken, dubaya çok yaklaşmıştım. Su durgundu, bense biraz yorgundum. Göğsüm daralmadan, kollarım kesilmeden hedefime varacağıma aklım kesmişti. Tabi hepilerici orta yaşlıdan geri kalır yanımın olmadığını da kendi korkuma göstermiştim. Suyun hallerini tanımadan, bu hallere göre yeteneklerimi geliştirme deneyimine girişmeden korkmamın sanal olduğunu fark etmiştim.
                      Kırmızı dubaya elimi vurduğumda, güneş ışınları tenimi hafiften yakmaya başlamıştı. Bu gidişin bir de dönüşü vardı ama zor olanı başarmanın rahatlığıyla dubaya çıkıp önce açık denize baktım. Tavşan Adası’na doğru balıkçı teknelerini gördüm. Sanki ip gibi hizalanmıştı tekneler. Bugünlerde çapariyle avlanma serbestliği başlamıştı. O anda “Denizden ne çıkmaz ki!” diye düşündüm. “Hücre orada oluştuğuna göre her şey çıkabilir.” diye aklımdan geçirdiğimde kıyıya bakıyordum artık. Önce simitçinin elindeki tepsiyle müşterilere yürüdüğünü gördüm. Sonra mini traktörle kıyıda ilerleyen bir genç işçinin, tırmıkla topladığı deniz atıklarını römorka dolduruşu dikkatimi çekti. Düşündüm. Her sabah kıyıda dalga boyutunda ve bir şerit halinde çöp oluyordu. Demek geceleyin deniz, safra atıyordu kıyıya.
Düşündüm. “Ekonomisiz yaşam” cümlemi şöyle tamamladım: “Deniz gibi çöplerimizi zamanında kıyıya atarak, yaşamı çürüten kurtları anında ayıklayarak…”
                      

Hiç yorum yok: