31 Mart 2014 Pazartesi

Burjuva Sanat - Proleter Sanat – Devrimci Sanat Ayrımı...





Adil Okay

Burjuva Sanat - Proleter Sanat – Devrimci Sanat Ayrımı Var mı
Ya da Sanat hakkında sorular...

Yazımın başlığı iddialı oldu değil mi? Evet, “Burjuva sanat - Proleter sanat - Devrimci sanat” kategorileri tartışmaya açıktır. Devrimci sanatçı, burjuva sanatçı” diyebiliriz elbette. Ya da bir sanatçının devrimci mücadeleye katkısı sorgulanabilir. O takdirde de sanat değil “etik” tartışırız. Çünkü sanatın biricikliği ilkesi esastır. Yani bir esere öncelikle “sanat mı - değil mi” diye bakmak gerekir kanısındayım. “Proleter sanat mı, devrimci sanat mı, burjuva sanat mı” diye değil. Soru, sanat felsefesi açısından yanlış. Neo-liberal dönemde “sanat”ın içi boşaltıldı. “Kiç” yenilik adı altında tekrar moda oldu. “Her şey sanattır” söylemi piyasanın “sloganı” haline geldi. Bienaller de “tüccarların” elinde ucubeleşti. Diğer yandan da bu gelişmelere karşı çıkma - direnme adı altında soldan bir kesim “statükocu” olarak kalmayı tercih etti.

Sözünü ettiğim statükocu mantıktan yola çıkarsak; “romanın çıkışı burjuvadır” diye roman yazmayı bırakmak, “klasik müzik burjuvadır” diye de dinlememek gerekir. Bir ressam işçileri grevde ya da çalışırken “klasik - mimetik” resmetmiyorsa, örneğin kübist veya nü resimler yapıyorsa onu “devrimci değil, devrimci sanat yapmıyor” diye dışlamak da en hafif değimle kültürel geriliğin göstergesi değil midir?

Gezi olaylarında enstrümanlarıyla en ön sırada kavgaya katılan Praksis grubundan Serdar Türkmen şunları söylüyor: Sanattan, hele de devrim ile ilgili olan sanattan bahsederken, genelde ‘öncü çalışma’nın niteliği ile ilgili konuşuyoruz. ‘Devrimci sanatın ilkeleri’ni ortaya koymaya çalışanları hayretle izliyoruz. Sanatçıya görevler icat etmenin yanı sıra, bugünün sanatsal düzeyini görmezden gelip, ‘tu kaka’ ilan ederek geçmiş sanat değerlerine tutunmanın (onlarca ‘korumak’) bizi ilerletmediği de ortada. Sanat çevreleri devrimden ve devrimcilerden oldukça kopuk! Devrimci sanat diye sunulan bir sürü niteliksiz eser var...”

“Sanatmetre ya da sanat zabıtaları”
Türkmen’e ek yapayım: Şairleri artık aşılan “hece veznine” çağıran veya slogan şiir yazmaya zorlayan “devrimcilerin” solculuğu da tartışmaya açıktır. Statükoculuk ile devrimcilik arasında ayrım olmalıdır. “Bağlama devrimcidir, gitar burjuvadır”, “Davul devrimcidir, piyano burjuvadır”a kadar gider bu yanlış okumaların sonuçları. Ama eğer, sanatı ve sanatçıyı karikatürize etmek değil de ciddi ve kapsamlı sorgulamak-eleştirmek ise amacımız, alan geniştir: Sanatın “Pazar”da tüketim nesnesi olarak değerlendirilmesini, ‘Kültür - Sanat Endüstrisi’nin (Endüstri sözcüğünün arz – talep – sipariş, kâr ve çıkar’ı çağrıştırdığını düşünerek) sanata saldırı olup olmadığını tartışabiliriz. Sanatçıların ‘aydın’lığını, toplumsal alt üst oluş dönemlerinde aldıkları tavrı sorgulayabiliriz. H. B. Kahraman’ın, “Türkiye’de ‘Çağdaş sanat’ kavramını kullanan burjuvazi hayal kırıklığı yaşıyor” saptamasının nedenini irdeleyebiliriz. Alain Badiou’nun, “Devlet gücünün koruması altındaki sanatla, tamamen militan olan sanatı ayırmayı öneriyorum… Sonuca değil de sürece katılması militan sanatı ontolojik ve biçimsel manada resmî - ideolojik sanattan ayırır…” belirlemesini ve bunların yanı sıra “Sponsorlar” meselesini sorunsallaştırabiliriz. Devletten ya da tekellerden nemalanmak için ruhlarını şeytana satan “sanatçıları”, Bienallerde sanat adına yapılan ticareti, toplumsal konuların “meze” yapılmasını eleştirebiliriz. Özcan Yaman’ın “Sanat, bir yatırım aracı hâline geldi” cümlesinde ifadesini bulan eleştirisini tartışabiliriz. “Her şey sanattır” diye, sanatı ve sanatçıyı metalaştırmaya çalışan görüşe karşı şair Celal Soycan’ın bir sanat söyleşisinde, “O halde neden konuşuyoruz. Hadi evimize gidelim” diye ortaya koyduğu haklı tepkiyi açabiliriz. ‘Kitle kültürü’, ‘popüler kültür’ ve ‘burjuva kültürü’ arasındaki ayrım ve bunların hangisinin “sol kültürde” baskın olduğu hakkında kafa yorabiliriz. Diğer yandan varlık nedenlerini “kapitalizmi yıkmak, sermaye sınıfına karşı savaşmak” olarak açıklayan ve “devrimci sanat- proletarya sanatı” söylemlerini sık kullanan kimi sol grupların da bir etkinlik için “patronların” kapılarını çalmalarını sorgulayabiliriz. Aldıkları yardım karşılığı onların reklamlarını yapmaları, afiş ve broşürlerinde bu (orta veya büyük) burjuvaları yüceltmeleri, onların adlarını tanıtım broşürlerinde sanatçıların adlarından daha büyük yazmalarını eleştirebiliriz.

Ama bütün bunları eleştirirken - sorgularken, elinde “akıl metre ya da sanat metre” olduğunu sanan “sanat zabıtaları” gibi davranmamak, sanata ve sanatçıya “burjuva - küçük burjuva – devrimci - proleter”  adlarını öyle kolayca takmamak gerekiyor.

Bu bölümü Erzurum Üniversitesinde hunharca katledilen sosyalist bilim insanı, şair ve düşünür Bedrettin Cömert’ten bir alıntıyla tamamlamak istiyorum:
Devrimci sanat nitelemesine katılmıyorum. Nedeni şu: Devrimci sözcüğü, benzer birçok nitelemeler gibi kapsamı kolaylıkla belirlenemeyen, bu yüzden de her yana çekilebilen bir etiket oldu. Ayrıca bu sözcük, devrimci eylemin gerçek içeriğini, bu eylemin kaçınılmaz tabanı sınıfsallıktan uzaklaştırıyor gibime geliyor. Devrimci sözcüğünün, sanat tartışmalarını, salt ideolojik bir alana sürüklediğini, giderek sanatın kendisinin unutulmasına yol açtığını ileri sürüyorum. Ayrıca, devrimci adıyla piyasaya sürülen sanat ve edebiyat ürünleri de, bu ayrımsız etiketin gizleyici etkisiyle, sanatsal hiç bir işçilik ve emek içermedikleri halde, sanat gibi yutturulmak isteniyor…”

“Burjuva heykel – Devrimci heykel” ve Postmodernizm
 Postmodernizmin kafa karıştıran söylemlerine tepki olarak içe kapanmak, sanatı sadece sloganla sınırlamak da baştan zayıf düşmek demektir. Postmodernizmi eleştirmek için Michael Albert, Noam Chomsky, Edward S. Herman ve/veya çağdaş Marksist filozoflardan Eagleton ve Badiou okumazsak argümanlarımız zayıf kalır. Zira 1934’te sosyalist gerçekçilik manifestosu ilan edildiğinde ne neoliberalizm vardı ne de postmodernizm. Ne sürrealizm akımı başlamıştı, ne büyülü gerçekçilik ne de kübizm. Dolayısıyla sadece Gorki, Jdanov veya Lunaçarski okursak, o dönemde kalırsak önümüzü göremez ve gelişmelerin analizini yapamayız. Diyalektik ve Tarihsel materyalizmi içselleştirmeyen insanlar, şeyleri, olay ve olguları yaşandığı tarihsel süreçten koparıp yorum yaparlar. 1934’te, sosyalizmin inşası dönemindeki uygulamalarda takılı kalırlar. Aynı geri yorumlar; sloganların ilelebet geçerli olduğunu sanır ve kökenlerini araştırmazlar. Örneğin Yılmaz Güney’in sözlerini sloganlaştıran arkadaşlarımızın büyük çoğunluğu, şu doğru saptamalarının kökeninin onun Lukacs okumalarına dayandığını bilmezler:

Hayatın her alanında iyi sanatçılar, başarılı sanatçılar olmak ve yetiştirmek zorundayız. Biz sazımızı çok iyi, çok iyi çalmalıyız. Biz, iyi, çok iyi türküler söylemeliyiz. Kaldı ki bu cümleler de Yılmaz Güney’in ajitasyon - propaganda merkezli konuşma metinlerinden alınmıştır. Güney, devrimcilerin sanatlarını iyi yapmalarını salık verir.

Bir not düşeyim: Yılmaz Güney’i sinema tarihine büyük harfle yazdıran onun komünist olması değildir sadece. Güney, Brezilyalı Rocha ile birlikte “modern politik sinema akımının” kurucusu sayılmaktadır. Yani sinema tarihine “sanatıyla” girmiştir. Yılmaz Güney, “Yılmaz Güney” olana kadar çeşitli denemeler (Arada acemi – kötü – ticari filmler de) yapmış ve yıllar süren çalışma ve okumalar sonucunda kendi üslubunu-biçemini yaratmıştır.

Sanat sadece edebiyat değildir
Sorgulamaya çalıştığım “sanat”ı açarsak, edebiyatın yanı sıra, plastik sanatları (resim, heykel), sinemayı, tiyatroyu, müziği bile indirgemek zorunda kalırız. Eğer bir sanat disiplininde bir tanım-kavram kullanıyorsanız, bilmelisiniz ki aynı tanım-kavram tüm sanat disiplinleri için de kullanılabilir. Örneğin “mimaride kiç’i savunuyorum, yakışıyor ama edebiyatta savunmuyorum, yakışmıyor” diyemezsiniz. Siz sanatın tüm disiplinlerinde kiç’i savunmuş olursunuz. “Devrimci şiir– burjuva şiir” diye yazarsanız (propaganda konuşmalarından değil yazmaktan söz ediyorum) aynı mantıkla devam etmek zorundasınız: “Devrimci resim, burjuva resim, devrimci heykel, burjuva heykel…” Komik geliyor değil mi?

Ama “Epik tiyatro, romantik sanat akımı, klasik sanat, modern sanat, kiç sanat, gerçekçi sanat, toplumcu - sosyalist gerçekçi sanat…” diyebiliriz. Bunun yanı sıra sanat akımlarının doğuş döneminde devrimci olduklarını söyleyebiliriz. (Toplumsal devrim değil anlatılmak istenen) Onun da nedeni bir önceki akımdan doğarak yeni bir akım yaratıldığı içindir. “Hece vezni”, “Aruz vezni”nin bukağısını kırdığı için devrimdir. “Serbest Nazım” da hece veznini aştığı için devrimdir. “Gerçekçi” akımın 19. Yüzyılda devrim olduğunu söyleyebiliriz. Dada’cılık, Sembolizm, Eleştirel Gerçekçilik ve sosyalizmin inşa döneminde doğan ‘Sosyalist Gerçekçilik’, döneminde devrimdir. Daha sonra başlayan “Sürrealizm” yeni bir akım olduğu için devrimdir. Brecht’in başlattığı “Epik Tiyatro” akımı devrimdir. Resimle başlayan “Kübizm” sanat tarihinde devrimdir. Sinemada “Modern politik sinema” akımı devrimdir, “Yeni Dalga” akımı devrimdir… diye devam edebiliriz.

Sanatçıların “toplumsal görevleri” ve “Sosyalist Sanat kurulu” var mı?
“Sanat sanat için mi, sanat toplum için mi?” sorusunun modası geçmiştir. Sanatın, “sanat olarak” önce sanat olmak, “biricik” olmak, “özgün” olmak amacı vardır. Ancak “sanatçıların toplumsal amaçları olabilir”. Zira onların duyargaları her daim açıktır. Dolayısıyla sanatçı hakikatlere gözlerini yummamalı, estetiğin - güzelliğin peşinden giderken eleştiri oklarını köreltmemelidir. Bu konuyu Michael Foucault’nun değerlendirmesiyle açıklamaya çalışayım: Dürüstlüğün kanıtı, hakikât anlatıcılığıdır. Bu anlatım günümüzde ses, söz, yazı, yontu, fırça, nota, sinema ve tiyatro ile de yapılmaktadır. Yani “Yunan felsefesindeki ifadesiyle bir parrhesiastes olmak, özgür düşünce ve ifadeyi vazgeçilemez ilan eder. Sanatçı, özgürlüğü kullanırken: Kandırma yerine dürüstlüğü… Sahtelik ya da sessizlik yerine hakikâti… Yaltaklanma yerine eleştiriyi… Kendi çıkarlarını koruma ve kayıtsızlık yerine itirazı tercih eder.”

Ama bu itirazın da mutlaka, (günümüzde) “Sosyalist (toplumcu) gerçekçi akımla” yapılmasını da beklememek gerekir. Kanımca bu yargı -dün görece doğru olsa bile- bu gün itibariyle yetersizdir. Sürrealist ya da kübist bir ressamın - şairin itirazını yok mu sayacağız. Toplumsal içerikli sözleriyle bilinen bir Rep grubunu ya da kendilerini anti-kapitalist olarak adlandıran anarşist sanatçıları nereye koyacağız.

Tartışmayı edebiyatın dışına, diğer sanat disiplinlerine taşırsak: “Burjuva sanat - burjuva sanatçı- proleter sanat- proleter sanatçı ” ikilemi bu grupları tanımlamaya yetersiz kalıyor değil mi? Peki bu önermeyi kabul etsek bile, onların “devrimci-proleter ya da burjuva sanatçı” olup olmadığına kim karar verme yetkisine sahip. Ya da tersinden sorayım var mı böyle bir yetkimiz, “Sosyalist etik” ya da “sosyalist sanat kurul”umuz. Ki unvan dağıtsın. Kanımca bu konuda yapılacak tüm değerlendirmeler sübjektif olacaktır. Elbette kendini “devrimci - komünist sanatçı” olarak tanıtanlara, bu kimliği benimseyenlere -eğer söylemlerine çok aykırı bir yaşam tarzları yoksa ve eserleri sanat ise- itirazım olamaz. Ama Hürriyet gazetesinde yıllarca “makale” yazan ve milliyetçi güruhtan alkış alan bir şair “ben sosyalist gerçekçiyim” dese de anlamı-karşılığı olmaz. Yani sürrealist bir yazar sözünü ettiğim bu şairden çok daha fazla sosyalizm davasına hizmet edebilir.

Komünist ama kübist ya da sürrealist sanatçı
Bu konuyla ilgili daha somut örnekler verip sorgulamaya devam edeyim: Ortaçağdan bu yana sanatta değişim, dönüşüm ve yeni biçem arayışları yaşanmıştır. Bundan sonra da yaşanacaktır. Akımların tümü, (Evet, Divan şiiri dahil) DÜNYA KÜLTÜR HAZİNESİNE KATKIDIR. Örnek vereyim: Bütün devrimcilerin baş tacı ettiği Picasso’nun ünlü ‘Guvernika’ çalışması, sosyalist (toplumcu) gerçekçi değil, kübist bir eserdir. Ölene kadar Komünist parti üyesi olarak yaşayan Luis Aragon’un, Türkiye’de devrimcilerin severek okuduğu “Elsa’ya mektuplar” adlı eseri “sosyalist gerçekçi” akıma girmez. Luis Aragon, sürrealist bir şairdir. Komünist parti üyesi olan Fransız ressam Andre Fougeron ise sosyalist gerçekçidir. Ve sürrealist Aragon, sosyalist gerçekçi Fougeron’un kitabına önsöz yazmıştır. Yani birbirlerine “akım” dayatmamışlardır. İkisi de komünisttir, yoldaştır, biri “sosyalist gerçekçilik” diğeri “sürrealizm” akımını benimsemiştir.

Frida kahlo ve Rivera Diego komünist ressamlar olabilir. Ama resimlerine “proleter-komünist-devrimci resim” denmez. Sosyalist Gerçekçi de değillerdir. Onların sanatına: Soyut, figüratif dışa vurumcu ve/veya fovist denilebilir. Veya resimlerinin iki hatta üç akımdan izler taşıdığını belirtiriz. Sonuçta bilinmelidir ki: Bir resme bakarken, “devrimci mi, burjuva mı, proleter mi” diye bakılmaz. Klasik mi, modern mi, izlenimci mi, soyut mu, kübist mi v.d. diye bakılabilir.

Bu konu üzerine tersinden bir eleştiri sunayım: Günümüzde hâlâ “Sosyalist gerçekçi” akımla eser üreten başarılı sanatçılar vardır. Onları neden “çağın gerisindesiniz” diye küçümsemek de elitist bir yaklaşımdır. Dünya sanat tarihinde (ve ülkemizde) “burjuva eleştirmenlerin” bile kabul ettiği çok güçlü “sosyalist gerçekçi- toplumcu gerçekçi” eserler olduğunu bilmeyen yoktur.

Sosyalist Geçekçi Lukacs da, her dönemin uğraşmak zorunda olduğu sorunların farklı olduğunu yazmıştır: “Sorunların başkalığı, doğal olarak, teknikte de farklılaşmayı beraberinde getirir. Eski tekniklerle eski sorunların yansıtıldığı 19. Yüzyıl gerçekçiliği kendi zamanında “doğru” ve ‘geçerli’ydi. Ancak 20. Yüzyılda ortaya çıkan yeni toplumsal gerçeklik karşısında, edebiyat ve sanat da, yeni anlatım teknikleri geliştirmeliydi.” Derken, belki de bu günlere gönderme yapıyordu. Yani Marksist kuramcı Lukacs’tan yola çıkarsak da yine aynı sonuca varırız. 21. Yüzyılda farklı biçim - biçemlerle, farklı akımlarla de sanat yapabiliriz. Bu yönelim de “sosyalistliğimize - devrimciliğimize” halel getirmez.

İşçi sınıfına hizmet etmeyen sanat, sanat sayılmaz mı?
Yazının düzeyini düşürmek amacında değilim. Ancak, çeşitli panellerde, sohbetlerde karşıma çıkan bir yargıyı sorgulamak istiyorum. O da şu: “İşçi sınıfına (sosyalizm davasına) hizmet etmeyen sanat, sanat değildir”.

Ne yazık ki bu geri ve özürlü saptamayı yapanlar da bizim arkadaşlarımız arasından çıkıyor. “Victor Hugo, Mozart, Da Vinci, Matisse… bunlar sanatçı değil mi”, karşı sorusuyla bu konuyu kolaylıkla açıklayıp geçebiliriz. Ama yine de Türkiye’den birkaç örnek daha verip bu savı ortaya atanları düşünmeye sevk edelim: Muhsin Ertuğrul’u, Münir Nurettin Selçuk’u, Karacaoğlan’ı, Fuzuli’yi, İhsan Oktay Anar’ı, Orhan Pamuk’u değerlendirirken, öncelikle onların “sanat”çı olduklarını kabul edip söze başlamamız gerekir.

“Fuzuli sarayın adamıdır, Pamuk veya Anar ise postmoderndir, bu yüzden yazdıkları okunmuyor…” diye başlayınca ciddiye alınmayız. “Gülün Adı” nın yazarı Umberto Eco da postmodern bir yazardır. Gabriel Garcia Marquez’in eserleri “büyülü gerçekçilik” olarak adlandırılır. Şimdi Eco’yu, Marquez’i nereye koyacağız? Keza İdil Biret, Şıvan Perwer, Arif Sağ ve Fazıl Say bildiğim kadarıyla sosyalist değiller (keşke olsalardı). Ee bu isimlerini saydığım insanlar sanatçı değiller mi? Kurulacak sosyalist dünyada yerleri olmayacak mı? Yoksa enstrümanlarını ellerinden alıp onları taş kırmaya mı yollayacağız.

Keza, T. S. Eliot “gericidir” ama dönemindeki edebi biçimlerden daha ötede kimi “ilerici” deneysel teknikleri seçmiştir ve Eliot, 20. Yüzyılın önde gelen yazarları arasında sayılır. Keza Eliot gibi gerici saflarda yer alan Condrad’ın “Notsromo”sunun edebi-estetik başarısı yok sayılamaz

Görüldüğü gibi, “İşçi sınıfına (davasına) hizmet etmeyen sanat, sanat değildir” saptaması sorunludur.

Diğer yandan, evet, Lenin sosyalizmin inşası döneminde sanatçıların partili olmasını önermiş, sanatın sosyalizm davasına hizmet etmesi gerektiğini söylemiştir. Ama “Diğerleri sanatçı değildir, ürettikleri sanat değildir, tez zamanda kelleleri vurula” dememiştir. Bu o koşullarda parti politikasıdır. Sosyalist kültür de geleceğin tasavvurudur. Gelecekte, sınıfsız toplumda proletarya da kalmayacaktır. Dolayısıyla “Proleterya kültürünün” değil, geleceğin “Sosyalist Kültürünü” oluşturmak için bu günden harcanan çabalardan söz edilebilir. Lenin, “Proletarya kültürü savunulamaz, tüccarların (burjuva b.n.) kültürünü öğrenmemiz bile daha önemlidir.” demiştir. Bunun nedeni açıktır. Proleterlerin, işten arta kalan zamanlarında “sanata zaman ayıracak mecalleri” (İstisnalar olsa bile) kalmamaktadır. Bu bir gerçekliktir. İşte sosyalistlerin amacı bu gerçekliği değiştirmek olmalıdır. “Başka bir dünya mümkün” şiarını, “Herkesin sanat yapabileceği ya da sanattan yararlanabileceği bir dünya”  olarak da okuyabiliriz.
  
Marksist estetik var mı ve sanat “üst yapı” öğesi mi?
 “Sanat nedir” sorusuna yanıt ararken, Marks’ın yanı sıra sanat felsefesine katkı sunan Marksist ya da Marksizan filozoflara - araştırmacılara da başvurmak gerekir. Zira Marksizm, sanıldığının aksine sanat ve estetik üzerine kapsamlı eğilen bir felsefi düşünce değildir. Ama tabi Marks ve Engels de sanat meselesi hakkında kafa yormuşlar ve değinilerde bulunmuşlardır.

Öncelikle altını çizeyim: Marksizm için sanat, toplumun “üstyapısının” bir parçasıdır. Ama sanatın özerkliği de söz konusudur. Engels, “Feurbach ve Klasik Alman Felsefesinin Sonu’na düştüğü notta, sanatın, çok daha az ideolojik olmasından dolayı siyasal ve ekonomik kuramdan çok daha zengin ve çok daha “opak” olduğunu ifade eder. Sanatın ideolojiyle bağının, egemen sınıfın çıkarlarını çok daha açık biçimde somutlaştıran hukuk ve siyasal kuramdan çok daha karmaşık olduğunu öne sürer. 1890’da Joseph Bloch’a yazdığı mektupta konuyu şöyle açıklamıştır: “ Materyalist tarih anlayışına göre tarihteki belirleyici etmen son kertede gerçek yaşamdaki üretim ve yeniden üretimdir. (…) Ekonomik durum (alt yapı) temeldir. Ancak üst yapının çeşitli öğeleri (…) tarihsel mücadeleler üzerinde kendi etkilerini gösterir.”

Sanat - Edebiyat, üst yapının parçası olabilir; gelgelelim yalnızca ekonomik altyapının edilgin bir yansıması değildir. Marks da Engels gibi, alt yapının üst yapıyı doğrudan dönüştürdüğü mekanik algıyı reddeder. Grundrisse’de, alt yapı ile üst yapı ilişkisinin simetrik olmadığını belirtmiştir. Üst yapı öğelerinden olan sanat, kendi iç evrimine sahiptir. Bu evrim sınıf mücadelesinin ya da ekonomik durumun salt (basit) bir ifadesi – tekrarı – birebir yansıması değildir. Üst yapının öğeleri sürekli olarak geriye (bazen de çok ileriye) doğru tepki verip ekonomik alt yapıya da etki eder. Tarihe ilişkin materyalist kuram, sanatın kendi başına tarihin akışını değiştireceği tezini reddeder. Ancak sanatın bu değişimde etkin bir öğe olduğunda da ısrar eder. Marks, alt yapı- üst yapı ilişkisinin mekanik - birebir eşitleneceği yanlış algısına karşı Yunan sanatını örnek vermiştir. “En büyük sanatsal gelişmelerin üretici güçlerin en yüksek gelişimine bağlı olmadığı, sanatın gelişmiş olduğu ancak ekonomik açıdan gelişmemiş bir toplum olan Yunanlılar örneğinde kanıtlarıyla açıktır.” diye Marks’tan aktaran Eagleton’a göre “ideoloji”, asla egemen sınıfın düşüncelerinin basit bir yansıması değildir. Aksine dünyaya ilişkin çatışmalı, hatta çelişkili görüşleri kapsayan, daima karmaşık bir fenomendir. “Bilimsel bir (Marksist) eleştiri; ideolojiyi, sanata hem bağlayan hem de aralarına mesafe koyan ilkeyi bulmaya çalışır…”

Fransız Marksist filozof Althusser, sanatın “etik” gibi doğrudan ideolojiye indirgenemeyeceğini iddia eder. Onun için “bilgi”, katı anlamda ‘bilimsel bilgi’dir. Yani bir romanın sunduğu değil. Bilim ile sanat arasındaki fark: Aynı nesnelerle ayrı yolları kullanarak uğraşmalarıdır.

Konuyu uzatabiliriz. Ancak ana temadan uzaklaşma tehlikesi olduğundan burada “virgül” koymayı tercih ediyorum.

Sonsöz
Bu yazıyı, sorular ve alt başlıklarla sanat hakkında kelam etmeye çalışan, “ev halkından” bir yazarın bitmemiş çalışması var sayın. Yazım katkı ve eleştiriye açıktır. Sosyalizmin öncelikle insan sevgisiyle örülmüş bir öğreti olduğunu, bu öğretinin insan yaşamına, renklerine verdiği değer ve saygıyı unutmadan “ahlâk, sanat ve hayat” üzerine kelam etmek gerekiyor diye düşündüğümü belirtmeliyim. Yönetici olmanın imtiyaz değil, fazladan yük, angarya sayılacağı, Yesenin’lerin, Mayakovski’lerin intihar etmeyeceği, Edma Goldman’ların dilediği gibi dans edebileceği, kadınların makyaj yaptığı için toplama kamplarına yollanmadığı, sanatçıların devlet, piyasa ve mahalle baskısı olmadan diledikleri gibi sanat icra edebileceği bir sosyalist toplum modelidir sözünü ettiğim.

Sevginin, aşkın, özgürlük ve eşitliğin hâkim olacağı dünya diyorum ben buna…


Not: Bu yazının bir bölümü Güney Dergisi Ocak-Şubat-Mart 2014 sayısında yayınlanmıştır.

Kaynakça:
Terry Eagleton, Marksizm ve Edebiyat Eleştirisi, İletişim yayınları, İstanbul, 2012.
F. Engels, K. Marx, Sanat ve Edebiyat üzerine, Birikim yayınları, İstanbul, 2011.
Celal Soycan ile sanat Söyleşileri notları. 2014.
Metin Çolak, “Georg Lukacs’ı yeniden düşünmek”, FLSF (Felsefe ve Sosyal Bilimler Dergisi), 2011 Güz, sayı: 12
Ünsal Oskay, “Kahraman ve ‘Tragedya Açısından Lukacs, Brecht ve Benjamin”, http://www.halksahnesi.org/incelemeler/kahraman_tragedya/kahraman_tragedya.htm,  (2 Şubat 2011).
Berna Moran, Edebiyat Kuramları ve Eleştiri, (İstanbul: İletişim Yayınları, 1999)
Benjamın, Walter, “Brecht’le söyleşiler”, çev: Bülent Aksoy, Birikim, cilt 2, sayı 7, (1975).
Horkheımer, Max & Theodor W. Adorno, Aydınlanmanın Diyalektiği I-II, Çev: Oğuz Özügül, (İstanbul: Kabalcı, 1995)


Hiç yorum yok: