24 Eylül 2013 Salı

DERSİM’DEN ANTAKYA’YA YASAKLANAN ADLARIMIZ(*)




Adil Okay
 “Tanıyamadılar beni / Pasaportta rengimi emen gölgede / Yaralarım bir sergiydi onların nezdinde…/ Tüm gözler benim alnımdaydı / Ama onlar /  Tümünü sildiler pasaportumdan…/ Ellerimle işlediğim toprakta bir utanç…/ Benim uyruğum / Tüm yürekleridir insanların / Varsın alınsın pasaportum…”    Mahmud Derviş
 Kâbus
Gece rüyamda herkes anlamadığım bir dilde konuşuyor ve beni yabancı bir isimle çağırıyorlardı. Ben ısrarla adımın Adil olduğunu söyleyip duruyordum. Ama etrafımı saran insanlar beni anlamazlıktan gelip kulağıma: “Senin adın bundan sonra X, Adil’i unut, o Arapça kökenli bir ad ve yasaktır” diyorlardı. Öfkeden ter içinde kalmıştım. Etrafıma bakıyor, benim gibi adları zorla değiştirilen insanlardan destek arıyordum. Sesime ses veren yoktu. Sadece doğa konuşuyordu. İsimleri kimseye sorulmadan değiştirilen dağlar, nehirler, göller, ovalar, obalar, köyler, beldeler “Adımızı geri isteriz” diye haykırıyor ve “Bizi düşünmediniz bari kendiniz için ses çıkarın, onurunuzu koruyun” diyorlardı. Zorla isim değiştirmeye itiraz edip sesimi yükseltince, üniformalı iki kişi koluma girip, ‘XYZ’ devletinin kararnamesine itaatsizlikten tutuklandığımı bildirdiler. Ve ben birden uyandım. “Oh” dedim: “İyi ki bir rüyaymış.” Daha doğrusu bir kâbus.
İşte benim sadece bir gece gördüğüm kâbusu, bu ülkede her gün yaşayan insanlar vardı. Adları değiştirilen ya da on yıllarca doğan çocuklarına atalarının isimlerinin verilmesi yasaklanan insanlar. (Çocuklara İsim yasağı yeni kalktı diyebiliriz.) Oysa Bulgaristan’da “soydaşlarımızın” adları zorla değiştirilince, ‘milletçe isyanımızı’ dile getirmiştik değil mi? Peki O “soydaşlarımız” için istediğimizi, Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde yaşayan halklara neden çok gördük. Onların çocuklarına isim vermeyi yasaklamanın yanı sıra, “ülkenin asli unsurları, renklerimiz, mozaiğimiz” diye andığımız halkların yaşadıkları bölgelerin, beldelerin, köylerin adları neden değiştirildi. Ve halen değiştirilmeye devam ediliyor.
 Siz hiç Arap olmadınız
Mahmut Alınak’ın “Siz hiç Arap Olmadınız” başlıklı yazısı da bu ülkede Kürtlerin yanı sıra Arapların da asimilasyon politikasından muzdarip olduğunu ortaya koyuyor. Alınak’ın yazısından bir bölümü aktarıyorum: 
”(Arap Kerim), Siz Hiç Kürt Oldunuz mu? Başlıklı yaşanmış öykümü okuyunca kendi çocukluğuna gittiğini söyledi. (…) “O kahredici yazıda sanki beni anlatmıştın. Sanki Digor’un Mewreg köyünde başında budaklı sopalar kırılarak Türkçe öğretilen o çocuk bendim. Biri Arap, biri Kürt iki çocuğun yaralı yolculuğuydu o yazı. Acıklı hikâyemiz bir, kaderimiz aynıydı. Oysa o zamanlar aynı kaderi paylaştığım Digor’un adını bile duymamıştım. Elli yedi yıl önceydi, tüm dünyam köyüm Şoruzbah ve ilçem Midyat’tan ibaretti; nereden bileyim ben Digor’u ya da Mewreg’i.  Sen ilkokul çağında Kürt olduğunu yazmıştın, oysa Arap bir anne ve babanın çocuğu olan ben ancak otuz üç yaşında Arap oldum.” (…) “Sanıyor musunuz ki sadece siz Kürtler asimile edildiniz, sadece sizin köylerinizin adları değiştirildi. Şimdi adı resmiyette Çavuşlu olan köyümüzün adı aslında Şoruzbah’tır, Midyat’ta bağlı bir Arap köyüdür. Ben işte ilkokulu o kadim adı elinden alınıp Çavuşlu olarak değiştirilen Şoruzbah’ da okudum. Atalarımız asırlar önce Arabistan’dan gelip yerleşmişler buraya. Köyde Arapça konuşulurdu, birkaç kişinin dışında kimse Türkçe tek kelime bilmezdi. Bize okulda, sokakta ve evde Arapça konuşmak yasaklanmıştı. Ferhat Kukuk adında bir müdürümüz vardı. Şimdi ölmüştür herhalde. Türkçe’yi sırtımızda sopalar kırarak öğretirdi bize. (…) Her yerde, herkesle ve Türkçenin T’sini bile bilmeyen anne ve babalarımızla Türkçe konuşmak zorundaydık. Arapça konuşanlar şiddetli cezalara çarptırılıyordu. Ya Türkçe konuşacaktık, ya da susacaktık! (…) Muhbirlerin, “Arapça konuştular,” diye ihbar ettiği çocuklar ertesi gün sınıfın önünde çığlık çığlığa dövülürdü. Arkadaşları dövülen çocuklar kanı çekilmiş solgun yüzleri ve akları dehşetle büyümüş kocaman gözleriyle oturdukları sıralarda tir tir titrerdi. (…) Okul bana bir kötülük yapmış, ana dilimi, Arapçayı unutturmuştu. Bilincim ve belleğim Arapçayı son zerresine kadar kazıp atmıştı. Nasıl bir şeyse, devletin bize uyguladığı yasağı bu kez farkında olmadan ben kendi kendime uygulamaya başlamıştım. Bazen rüyalarımda Arapça konuştuğumu görür, kan ter içinde uyanırdım. Aynı rüyayı bir daha görmemek için bir yerlerimi çimdiklerdim. Otuz üç yaşındayken Libya’ya çalışmaya gittim. Üç yıl çalıştım orada. Okulun pek çok Arap çocuğuna yaptığı gibi ruhumda ve bilincimde öldürdüğü Arapça’yı işte orada öğrendim. Hâlâ sokakta Arapça konuşurken bir korku, bir titreme ve bir çekingenlik duyarım içimde.” 
Asimilasyon politikalarının kime ne yararı oldu
Mahmut Alınak’ın aktardığı ceberut uygulamalar münferit değildi. Bir devlet politikasıydı. Ve tabi kraldan daha çok kralcı, sevgisiz öğretmenler de bu politikayı, çocukların başında sopa kırarak uyguladılar. Bir neslin travmalarla yaşamasına neden oldular. Peki bu uygulamalar ne yarar sağladı. Bu isimleri kim - neden Türkçeleştirdi. Bu değişikliğin Türkçeye ve Türk kültürüne katkısı ne oldu. Türk işçisine, yoksul Türk köylüsüne ne yarar sağladı. Bunlar, devlet erkanından kimsenin sormadığı, dolayısıyla yanıtı aranmayan sorular. Bu yazının bir amacı da doğru sorular sormak ve yanıtını hep beraber aramaktır.
 Biliyoruz ki Türk halkının da büyük çoğunluğu iş-aş derdinde. Bu gün itibariyle –çocuk çalıştırmak yasak olduğu halde- ülkede 960 bin “çocuk işçi” var. Rum, Kürt, Arap, Ermeni, Süryani köylerinin - kentlerinin adlarının Türkçeleşmesi kimsenin karnını doyurmuyor, parasız eğitim ve sağlık olanağı sunmuyor. Türkçeleşen isimler, muktedirlerin kirlettiği denizlerimizi, kurutulan nehir ve göllerimizi kurtarmıyor, iş cinayetlerine, kadına şiddete çözüm olmuyor. Ahlaksal çöküntüyü, fuhuşu, pedofiliyi engellemiyor. Einstein’ın “İyi millet, kötü millet yoktur. İyi insan, kötü insan vardır”, sözünün halen geçerliliğini koruduğuna inanan ben, ana dili Türkçe olan bir Antakyalıyım, yer isimleri değiştirilirken görüşüm alınmadığı gibi, bu değişikliğin de bana hiçbir yararı olmadı. Tersine ana dili Türkçe olmayan komşularıma, arkadaşlarıma karşı kendimi mahcup hissetmeme yol açtı. Belki de kâbuslarımın bir nedeni de bu mahcubiyettir.
Onbinlerce köy-belde ismi değiştirilirken neden susuldu
Sonuç itibariyle sadece Antakya- Hatay’da değil, tüm ülkede on binlerce köy-belde ismi, benim rüyamda kâbus diye adlandırdığım senaryoda olduğu gibi, birkaç muktedirin isteğiyle değiştirildi. Ve değiştirilmeye devam ediyor. Mecliste kısa bir zaman önce Halis Kaplan tarafından verilen önergede, “1949 yılında çıkarılan 5442 sayılı İl Özel İdaresi Kanunu uyarınca değiştirilen yer adlarının eski haline getirilmesi talep ediliyordu. Teklif gerçekten önemliydi, çünkü adı geçen kanuna dayanarak bugüne kadar 30 bin kadar coğrafi yer ismi ‘Türkçeleştirilmişti.’”
Ve bu anti-demokratik uygulamalar bazen azalarak, bazen çoğalarak devam etti. Ve sıra bize Antakyalılara geldi. Bir gece biz uykudayken kentimizin adı değişti, Hatay oldu. Antakya doğumluların kimliğinde geçmişte Antakya- Hatay yazarken aniden, Antakyalıların görüşü alınmadan, Hatay-Merkez yazmaya başlandı. Elbette Antakya bir semboldü, binlerce yıl boyunca onlarca uygarlığın üzerinde yeşerdiği, uğruna şiirler yazılan, mozaik diye anılan bir kentti. Bu nedenle itirazlar daha kitlesel oldu. Hatay da büyükşehir olup tepkiler yoğunlaşınca, Antakya adı yeniden kimliklere girmeye başladı. Ama Antakya’dan önce aynı bölgede yüzlerce köy ve belde ismi, oldubittiye getirilip değiştirilmişti. Birkaç örnek vermek gerekirse: Yeşilpınar, Serinyol, Samandağ, Vakıflı… Bu bölgelerin adı değiştirilirken ana dili Arapça, Ermenice ve/veya Türkçe olan insanlara sorulmadı, görüş alınmadı. Oysa masrafsız ve kolay bir referanduma gidilebilirdi. Değil referandum, anket bile yapılmadan diktacı rejimlerde olduğu gibi halkın değerlerine, tarihine, kültürüne saldırıldı. “Çan, Hazan ve Ezan” belgesellerine ve “Mozaik” söylemine ihanet edildi…
Antakya’da yaşayan halklar
Eğer Antakya’da yaşayan Türkler, Araplar, Ermeniler, Arap Yahudileri ve Hıristiyanlar örgütlü olarak isim değiştirmeye itiraz etselerdi, en azından o beldelerde-köylerde referandum talebinde bulunsalardı, isimlerimizi, kimliklerimizi bir gecede değiştiren erk geri adım atardı. Tabi keşke, Antakya’dan önce, Dersim’den başlanarak Anadolu’nun farklı bölgelerinde yer isimleri değiştirildiğinde ve insanların çocuklarına atalarının adlarını vermek istemeleri engellendiğinde çıkan itiraz seslerine sesimizi katabilseydik ve o kadim halklarla dayanışma içinde olabilseydik. Halen de geç kalmış sayılmayız. Bu konuda Antakya dergileri ve yerel gazeteler önemli bir işlev görüyor. Aynı zamanda Antakyalı aydın, yazar, şair ve sanatçılar bu “kültürel yağmaya, kıyıma hayır, eski adlarımızı geri istiyoruz” diye kampanya açabilirler. Antakya’dan yola çıkarak, tüm Türkiye’de yer isimlerinin iadesi istenebilir.
Yoksa yakında, yazının başında anlattığım o uğursuz rüya gerçek olabilir…
Sonsöz
Filistinli şair Mahmud Derviş ile başladım yazıma, yine onun İsrail zulmüne karşı yazdığı şiirlerinden bir alıntıyla bitiriyorum, teşbihte hata olmaz diyerek:
“kaydet Arabım / adım var yalnız yoktur soyadım / bu diyarda öfke kazanında yaşayan / en sabırlı insanım / zamanın doğuşundan daha eskiye / yılların bilinmesinden daha eskiye / selvilerden, zeytinlerden daha eskiye uzanmıştır köklerim/ (…) / Kaydet Arabım/ taş ocağında çalışıyorum emekçi yoldaşlarımla/ çocuklarımın sayısı sekiz/ giysilerimi defterlerimi / taştan çıkartıyorum ekmeklerimi/ (…)kork benim açlığımdan/ kork benim öfkemden (…)”
 -------------
*Newroz Haber Yorum Dergisi, Haziran 2013.
Antakya Kültür Sanat, Temmuz Ağustos 2013
Web sitesi: www.adilokay.com

Hiç yorum yok: