6 Ekim 2014 Pazartesi

İŞID VEYA ÖSO KARŞISINDA “AYDIN” TAVRI...



Adil Okay

Konuya başlamadan önce “Aydın” kavramının içini doldurmak ve belki de bir önekle söylemek gerekiyor. Barış gibi. Nasıl düşünürler ‘sonsal barış, nihai barış, kalıcı barıştan’ söz edip, her barış antlaşmasının barış olmadığını, ateşkes sayıldığını söylüyorlarsa. Dreyfus davasından sonra değişen, “aydın-entelektüel” kavramlarının içini doldurabilmek için, ‘organik aydın, nöbetçi aydın, devlet ve-veya tekel aydını v.b.’ öneklerini kullanıyoruz. Her örgüt bir iktidar sayılırsa, aydınların da iktidarlarla kimi zaman barışık, kimi zaman kavgalı ve (içinde yer alsalar da) her zaman muhalif olmaları gerektiği düşünülürse, ‘bağımsız aydın’ tanımının önemi daha iyi anlaşılır. Vurgulamak istediğim ‘bağımsızlık’ öncelikle devletten ve-veya tekellerden, yani güç odaklarından, egemenlerden bağımsızlıktır.

J. Benda daha acımasız davranmış ve aydın ihanetinden söz etmiştir: “işlevleri adalet ve akıl gibi ebedi olan ve çıkarlar üstü değerleri savunmak olan aydın kişiler bu işlevlerine pratik çıkarları uğruna ihanet etmişlerdir. O gün bu gündür entelektüellere karşı duyulan hayranlık yanı sıra onlara temkinli ve kuşkulu yaklaşmak adet olmuştur.” 1. dünya savaşının bitiminde yaptığı araştırmada Benda, entelektüelleri zengin sofralarından yemlenmek için şaklabanlık yaparak kralın soytarısı rolüne soyunmaları üzerine ihanetle suçlamıştır.

12 Eylül 1980 darbesine kadar Türkiye’de bağımsız aydınlar önemli işlevler yerine getiriyorlardı. Sınıf savaşımının en keskin olduğu yıllarda, Türkiye halklarının baskıcı devlete başkaldırdığı o şanlı 1975–1980 yılları arasında, örgütlerin içinde aydınlar yerlerini almışlardı (Gramsci’nin organik-angaje aydını veya Bourdieu’nun total aydını olarak). Bu yıllar bana göre aydınların altın çağıdır. Hatta birçok parti-örgüt şefinin aydın karakterinden söz edebiliriz. (Behice Boran örneğinde olduğu gibi.) Tabi Türkiye tarihinde aydınların iktidarlara karşı tek tek veya örgütlü olarak mücadele etmeleri çok daha eskiye dayanır. Hikmet Kıvılcımlı’lar, Mustafa Suphi’ler, Şefik Hüsnü’ler ve diğer aydınlar unutulmamalıdır. O zamanlar parmakla gösterilecek kadar az olan aydınlar, 70’li yıllarda hayatın her alanında seslerini duyuracak güce ulaşmışlardı.

1980’lerle birlikte neo-liberalizmin dünyada kazandığı mevziler, sol akım ve örgütlenmeleri derinden-olumsuz etkilemiştir. Bu sanat ve düşünce alanına da yansımıştır. Türkiye’de 12 Eylül 1980 darbesinin yol açtığı tahribat da, sol kanatta yer alan aydınları, birçok devrimci kadroyu olduğu gibi, yılgınlığa sürüklemiştir. İlk darbeyi 12 Eylül’de fiziki olarak alan aydınlar, ikinci darbeyi de, 1985’lerdan sonra kapitalist dünyanın karşısında yer alan, tırnak içinde sosyalist olan sistemin yıkılmasıyla almışlardır. Bu kez darbe fiziki değil, psikolojik olmuştur. Aydınlar suskunluğa gömülmüşler ve sosyal izolasyonun dayanılmaz sancısı karşısında durmakta zorlanmışlardır. Bu dönemde sol kökenli aydınlar, gerileme ve yenilginin nedenlerini teorilerinde ve pratiklerinde aramaya başlamışlardı. İşte postmodernistlerin büyük bir kesiminin sol çevrelerden çıkmasının anlamı budur. Modernizm eleştirisi adı altında yapılanlar, topyekun bir Marksizm karalamasına dönüşmüştür.
Özellikle Latin Amerika’da, neredeyse bizimle aynı süreçte, birçok konuda olduğu gibi aydın erozyonu görülmüştür. James Petras, bu durumu şöyle özetlemiştir: ‘Latin Amerika’da 1960’lar ve 1970’lerde devrimcilik yapıp şimdi Neo-liberal bakan, senatör ve kongre üyesi olan ve orduyu, emperyalizmi, agro-ticareti ve karşı-istihbaratı destekleyen çok sayıda eski-gerilla mevcut. Özellikle 1990’lardan sonra, özellikle de 50 yaşın üzerindekiler arasında, devrimci sola doğru hareket eden az sayıda, nadir merkez sol aydın da var.’

1980–2007 arasında Türkiye’de sol aydınların büyük çoğunluğu reformist kamp içinde yer aldılar. Bağımsız aydınlar bu dönem boyunca bir azınlık olarak kaldı. YÖK kılıcını kendi meslektaşlarına karşı kuşanan akademisyenlerin çoğalması gibi, mafyalaşan eski gerillaların sayısı ile burjuvazinin kalemşorluğuna soyunan dönek aydın sayısı da az değildir. Bunun yanı sıra aydınlar dilekçesi gibi girişimler, baskılara rağmen onurunu koruyan aydınların varlığını göstermiştir.

Bir aydının, “aydın” olup olmadığı siyasi örgütlerin, benim, bizim sübjektif değerlendirmesiyle anlaşılmaz.

Kendisi de bir aydın olan Che Guevera Küba Devriminden sonra Küba’ya gelip sizin ne yapabilirim diye soran Marksist aydın Harry Magdoff’a “ Gidin ve beni eğitmeye devam edin” demiştir. Tüm aydınlardan birer Che guevara veya Harry Magdoff olmalarını beklemek de safdillik olur.

Fransa’nın Cezayir sömürge politikasını, ‘direnişçiler de teröristtir’ diyerek, dolaylı-dolaysız destekleyenlerle, Vietnam’a barışa ‘ama o zaman komünistler iktidara gelecek’ kaygısıyla karşı çıkanlar aydın sayılmazlar. Türkiye’de 12 Eylül darbesini alkışlayan insanlar veya 1980’den sonra gelişen Kürt muhalefetini ve Kürtlere uygulanan mezalimi görmezden gelip, sadece Bosna, Filistin sorunlarını dile getiren yazar ve-veya akademisyenler, onlarca diploma sahibi olsalar da aydın sayılmazlar. Ya da en zor yıllarda Kürt sorununa değinmeyip, onbinlerce insanın öldürülmesinden ve devletin sorunun adını telaffuz etmek zorunda kalmasından sonra, Özal’la birlikte Kürt dostu olanlara aydın denemez.

Sayıları azalsa da ruhlarını zalimlere satmayan aydınlar, günümüz Türkiye’sinde yaşamaktadırlar. Kapitalizmin son çeyrek yüzyılda kazandığı zaferin geçici olduğuna inanan, insana sırtını dönen postmodernizmi, burjuvazinin kalemşorluğunu, mevkiyi, parayı, şanı, şöhreti reddeden, emekçi halkların yanında, ezilenlerin safında yer alan aydınlar yol arayışına, sorgulamaya devam etmektedirler...

Ve bu gün duyarlı yazarlar acıları yarıştırmak yerine, Kobane’den Gazze’ye, Lazkiye’den Humus’a Kürtlere, Ezidi Kürtlere, Türkmenlere, Şavaklara, Nusayrilere, Arap Hıristiyanlara, İŞID’a veya ÖSO’ya katılmayan muhalif Sünnilere kadar nerede bir katliam varsa seslerini yükseltmekte zulme karşı tavır almaktadırlar. İŞID ve ÖSO’nun karanlık yüzlerini ve arkalarındaki emperyalist-kapitalist bloğun sahneye koydukları oyunu teşhir etmektedirler. Yeri gelmişken ÖSO’nun programında Kürtlere yer olmadığını hatırlatayım. Onlar programlarında Suriye Cumhuriyeti yerine “Arap cumhuriyeti” ibaresini kullanmışlar ve Suriye’de yaşayan Kürtler ve Türkmenlerin varlığını yok saymışlardır.

Murathan Mungan dünkü açıklamasında “genç olsaydım Kobani’ye giderdim” demiştir. Ben12 Eylül Utanç müzesinde düzenlenen “sürgün” temalı panelde 12 Eylül darbesinden sonra Filistin kamplarına gidişimizin nedenlerini anlatmış ve “solun parametrelerinden biri de ezilen halkların yanında yer almaktır, aynı koşulları bu gün yaşasaydık hem Filistin’e hem Kobani’ye giderdik” demiştim.

Bu gün İŞID’ın dört koldan saldırdığı, her an bir katliam haberinin gelebileceği Kobani’ye destek olmak “aydın” olup olmamanın turnusol kâğıdıdır.

Not: Özgür Düşün Kollektivitesinin İstanbul’da düzenlediği sempozyumda yaptığım konuşma metninden yararlanılmıştır.

Kaynakça:
Fikret Başkaya. Paradigmanın iflası. Doz. 1991.
Jean Paul Sartre. Aydınlar üzerine. Can. 1997.
Doğu Batı. Entelektüeller. Cilt I-II-III. Düşünce dergisi. 2006.
Evrensel Kültür. Mayıs 2001. s. 113.
Adil Okay. Telif hakkı ve korsanlar. Birgün. Kasım 2006.
Montly Review. Kasım 2006. s.11.

James Petras. Aydın sorumluluğu. Sendika.org.

Hiç yorum yok: