14 Mayıs 2016 Cumartesi

“ÇEK!”



Müslüm Kabadayı

“Alnında “Yaşasın 1 Mayıs” yazan kırmızı bandıyla karşımıza geçip pozlar vermeye başladı genç. Sağ eliyle yumruk, sol eliyle de zafer işareti yapıp sağa sola dönerek duruş sergiliyordu. Şahin’in cep telefonundaki düğmeye basışıyla arka arkaya çekim sesleri yankılanıyordu. Burnu uzun siyah ayakkabıları, siyah pantolonu, üst tarafında beyaz bir kazağı olan genç, âdeta stüdyodaki mankenler gibi değişik açılardan poz veriyordu. Gülmemek için kendimizi zor tutuyorduk. Birkaç dakika sonra pozlarını yeterli görmüş olacak ki önce ceketini, sonra telefonunu aldı arkadaşlarımızdan. Yüzünden gülücük, gözlerinden mutluluk yayılıyordu çevreye sanki...”

                      Pankartlar, flamalar, dövizler, kızıl bayraklar, bandolar, davul zurnalar eşliğinde kortejler alana ilerliyordu. Basın emekçileri, belgeselciler, fotoğraf sanatçıları oradan oraya koşturuyor, yürüyüşten genel ve yakın çekim yapıyorlardı. Sadece onlar mı? Fotoğraf makinesi, kamerası olmayanlar da cep telefonları ya da tabletlerine sarılıyorlardı; selfi çekenler de az değildi.
                      Yürüyüş güzergâhı halktan, sokaktan yalıtılmış bir noktada.  Alan, beş yüz metre ileride Bakırköy Pazarı. Orasını da soğuk adliye binası,  kentten ve halktan soyutlamış. Doğuşundan yüz otuz yıl sonraki 1 Mayıs’ta ve on beş milyonluk İstanbul’da kabak gibi bir alan… “Sendikalar, meslek örgütleri ve partiler burayı nasıl tercih ederler?” diye içimden bir sorunun alevi fışkırıyor. Benim mi sadece? Yürüyüş boyunca kulak kabarttığım birçok yerde, benzer soruların gri havayı kuşattığını anlıyorum.
“Savaş, yoksulluk ve işsizlik yangını, ülkenin her yanını yalarken bu geriye gidiş niye?” diyorum yanımdakilere. Gözleri umutlu bakan ama alınlarında kaygı çizgileri belirginleşen arkadaşlarım,  “Örgütlü örgütsüzlük!” diyorlar. Kortejdeki örgütlerin pankartlarına, kitlesine bakarak ilerliyoruz arkadaşlarla. Turgay’la Trabzon’dan, Umut’la Ankara’dan tanışıyoruz. Umut, İstanbul’dan baba Dursun’la oğul Şahin’i tanıştırıyor bize. Baba-oğul, Erzincan sevecenliğiyle yüreklerini açıyorlar bize. Kısa sürede kaynaşıyoruz. Geldiğimiz yerlere dönünceye kadar da birbirimizi bırakmıyoruz. Kısa günün kârı değil bu, birlik-dayanışma ve mücadele gününün kazanımı… Dostluk kuruyoruz, kolay mı?
Mesajını farklı bulduğum her pankartı, dövizi fotoğraflıyorum.  Laiklikle ilgili pankartların sosyalist örgütlerce öne çıkarıldığını saptıyorum öncelikle. Barışa dair sloganlar da yükseliyor. Sendikaların kortejlerinde işçiler kıdem tazminatını, iş cinayetlerini gündeme taşıyorlar. “Kadın Cinayetlerini Durduracağız”ı haykırarak yürüyenler de az değil. “Gençlik Başkanlık İstemiyor” diyen öğrenciler geçiyor yan tarafımızdan. “İmam Hatipler Kapatılsın” pankartını polis alana sokmak istemiyor arama noktasında.  Kısa süre gerginlik yaşanıyor. Pankarttaki koca-karı Erdoğanların başı kesilip çıkarılıyor. Yanımdakilerden bazıları, “Pankartta da olsa kurtulduk şunlardan,” diyorlar. Bazıları da “İşin kolayına kaçtılar canım, pankarta dokundurtmayacaklardı,” diye çıkışıyorlar.
Kadınlar, arama noktasında kadın polislerin olduğu tarafa yöneliyorlar. El ele yürüyen iki genç tepki veriyorlar: “Burada da birliğimizi, mutluluğumuzu kıskanıyorlar.” Pankartlar derlenip arama noktasından geçildikten sonra yeniden açılıyor. Akın akın alana gidiyor insanlar. Kortej halinde yürüyenler köprü altına gelince hep bir ağızdan slogan atıyorlar. Ses katlanarak yankılanıyor ama duyanlar sadece mitinge gelenler. Yüzünden sevgi halesi eksik olmayan Umut arkadaşımızı polis, mal bulmuş mağribi gibi arıyor. Mıncıklanmadık yerini bırakmıyor arkadaşımızın. Ona dönüp “Seni çok sevdi bu herif herhalde,” diyorum. Gülüşüyoruz. Arkamızdan orta yaşlı, mavi gözlü, etine dolgun ve sakallı biri aramadan geçiyor. Sinir harbinden çıkan adam, “.ötümüzü ellemekten zevk mi alıyorsunuz be!” diyor başını sertçe sağa sola sallayarak.
Alana girmeden önceki köprünün altına yetiştiğimizde “Oyuncu da işçidir” dövizini taşıyan Oyuncular Sendikası ilgi odağımıza giriyor. Fotoğraf çekenler ya da oyuncularla çektirenler yanında tanıdıklarıyla sohbete dalanlar oluyor. Kortejin önüne gittiğimizde Genco Erkal’ın, genç oyuncuların omuz başlarında yürüdüğünü görüyorum. Kırk yıl öncekiyle şimdiki sahne başarımını, yürüyüş kolunda da sürdürdüğünü görmenin sevincini duyuyorum bu usta sanatçımızın. “Politeknik” çerçeveli dövizleriyle genç mühendisler geliyor arkadan. “AKP Karanlığına Karşı Halkın Mühendisleri Mimarları Plancılarıyız” diyerek geçiyorlar yanımızdan. Kenara çekilerek alkışlıyoruz bizi selamlayanları. İnsanın yüreğini ısıtan, mücadele azmini bileyen bir atmosfer oluşuyor yavaş yavaş.
Durduğumuz yer, alana girişin çatallaştığı bir nokta… Yüzümüzü köprü tarafına, sırtımızı alana dönüp gelen toplulukları izliyor, fotoğraf çekiyor ve etkileyici slogan, pankart gördüğümüzde alkışlıyoruz. Arada bir tanıdıklarımızla kucaklaşıyor, ayaküstü durum değerlendirmesi yapıyoruz. Kimi alanın doldurulamadığından, bazıları sendikaların zayıf kaldığından, birileri Taksim’in terk edilmesinin yanlışlığından söz ediyor. “Peki, biz niye buradayız?” dediğimde sessizlik başlıyor. Belki çaresizlik, yetmezlik… Birleşik Metal-İş’in eski yöneticilerinden biri isyan ediyor bu sessizliğe. “Ben emekliyim ama sınıftaşlarımı takip ediyorum. Bizimkiler bu oyuna gelmedi bakın, sınıfın kalbinin attığı İzmit’te miting düzenliyorlar. Az önce temsilciyle görüştüm cepten. ‘İşçilerin katılımı, coşkusu çok iyi’ dedi. Bu kuyrukçuların yanında olmaktan çok evladır arkadaş!”
İki taraftan alana girenleri fotoğraflamak için mekik dokuyorum. Arkadaşlarım su, simit, çay dağıtılan bir paravanın önünde duruyorlar. Arada onlara göz atıyorum. Tanıştırmak istedikleri olunca yanlarına çağırıyorlar beni. Görüşmemiz biter bitmez ya da bazen izin isteyerek fotoğraflamam gereken toplulukları, pankartları kaçırmamaya çalışıyorum. “Yaşasın 1 Mayıs” ve “Bıji Yeke Gulane” pankartıyla geçen ona yakın örgüt saydım. Onlardan biri de ASİ-DER’di. Kentteşlerimi alkışlıyordum ki içlerinden çıkıp beni kucaklayanlar oldu. Yıllar sonra kentteşim Tevfik’le 1 Mayıs’ta buluşmanın sevinciyle gönendim.
"Gericiler Değil İşçiler Baş Olacak” pankartı, dönemin kritik olgusunu ve bir hedefi dile getirdiği için birkaç açıdan kadraja aldım onu. “Omuz Ver Haramilerin Saltanatını Yıkalım” pankartıyla yürüyen kitle kalabalıktı. “İşçi Sınıfı Güçlüdür” pankartıyla alana kitlesel bir disiplinle giren ve korteji kızıla bezenen parti de yol kenarında bekleyenlerden alkış alıyordu. Gezi direnişinde sembol haline gelen “Boyun Eğme” önlükleriyle yürüyordu gençler. Tanrısına, padişahına, babasına kul olmaktan kurtulmak için mücadele edenlerin çocuklarıydı onlar. Sermaye düzeninin her şeyi piyasada haraç mezat ettiği çürümeye boyun eğmeyenlerin çoğalması, örgütlü güç haline gelmesi için çekilen acılar, katlanılan zorluklar… 1 Mayıs, bu yoldaki engellerin kaldırılması için bir ivme kazan(dır)malıydı. Umut, işte o zaman daha büyür ve göz doldururdu…  
“Çalışırken Ölmek İstemiyoruz” döviziyle yürüyordu gencecik kadınlar. “Akvaryumdan Okyanuslara Plazalardan Meydanlara” yazıyordu güleç yüzlü bir işçinin elindeki dövizde. Plaza Eylem Platformu kortejindeki orta yaşlı bir kadın da “Rakibim Değil Arkadaşım” dövizini taşıyordu sınıfın onuruyla.  Onları alkışlarken düşündüm. Ülkenin büyük kentlerinde cismiyle insanı yutan plazalar son yıllarda mantar gibi çoğalırken, en yoğun sömürü de buralarda uygulanıyordu. Plaza emekçilerinin örgütlenip seslerini duyurmaları, işçi sınıfı hareketine taze bir kan katacağa benziyordu.
 “Ben Dirensem Herkes Yaşar” döviziyle yürüyen plaza emekçisin arkasından “Gün Gelir Zorbalar Kalmaz Gider” pankartıyla yürüyen Sol Açık’ı gördüm. “Sevdaya Yasak Koyanın Dünyada Yeri Olmaz” yazan pankartın alt tarafını hızla okumaya çalıştım: “Faşizme Faşolige e-Bilete Gericiliğe Geçit Yok!” Eskiden takım taraftarlığını, kitleleri uyuşturmanın bir aracı olarak görürdük. Son yıllarda hızla politikleşen taraftarlar çoğaldı. Bu mücadelenin kırk yıl önceki ateşleyicilerinden Metin Kurt geldi aklıma. O sırada “Tek Yumruk” dövizi taşıyanlar görünmesin mi? Gebze’den gelen arkadaşım Turgay, onların önüne geçerek fotoğraf çektirmeye çalıştı Umut’a. Eskiden onların hayranıymış da…
“Bu Abluka Dağıtılacak Direnen Halklar Kazanacak” pankartıyla alana giren topluluktan da ilginç kareler yakaladım ve kayda aldım. Diğer koldan geçen korteje yetiştim koşarak. “Hakları Kazanmak İçin Tek Yol Sokak” yazıyordu pankartlarında. Taşımakta zorlanan gençlere, arkadan gelenler destek veriyorlardı. İyi ki rüzgâr yoktu alanda.   Günün özüne uygun dayanışma, her noktada kendini hissettiriyordu. Yürüyüş kolunda ve alanda, birçok eylemde yaşanan sürtüşme ve kavgaya yer verilmiyordu. İnsanlar temkinli… Örgütler güvenliğe önem veriyorlardı. Son aylarda yüzlerce insanı sokak ve alanlarda katleden canlı bombalarla yaratılan korku, kendini gösteriyordu. Örgütler, insanlar dayanışarak, çevreyi kolaçan ederek korku sisini dağıtmaya çalışıyorlardı.
“Barış İstemek Yetmez AKP’yi Yenmeden Savaş Bitmez” diyerek yürüyenler, “İsrail’le Tüm İlişkiler Kesilsin” dövizini de taşıyorlardı. Onların ardından alana giren 1 Mayıs mitinginde ADAM-DER yazan pankartlarıyla yürüyen beş on kişi dikkatimi çekti, hemen önlerine geçip fotoğraflama yaparken, merakımı gideren açılımını okudum derneğin: Askeri Darbelerin Asker Muhalifleri. Onların sol tarafından İstanbul Demokrat Ordulular Platformu, “Taksim’i Unutmadık” pankartını taşıyorlardı. Tevriyeli bir durum oluştu o anda yanı başımızda, “ordu” üzerine.  İncirli Durağı’ndaki Yağcıoğlu Pastanesi’nde tanıştığımız Ordulu arkadaş bizi selamlayarak ilerliyordu. Alkışlayarak selamını aldık.
“Laiklik ve Kardeşlik İçin İşçiler Direnecek” pankartıyla yürüyordu inşaat işçileri. Arkadaşlarımızla var gücümüzle alkışladık onları. Biraz sonra kortejler bitmiş, geç kalanlar alana giriyorlardı. Arkadaşlarıma su verdiğim sırada Umut’a yaklaşan bir genç, elindeki ceketi uzatarak “Tut!” dedi. Tedirgin olan arkadaşımız, duraklayınca, “Korkma, bomba yok!” diye çıkıştı Kürt şivesiyle. Umut, ceketi tutunca diğer elindeki telefonu da Şahin’e uzattı. “Çek! Çek bakalım!” dedi. Bunlar yaşanırken makine elimde olup biteni kayda alıyordum ama tedirgin de olmuştum. Kısa sürede gencin kötü bir niyetinin olmadığını fark edip ruh halini anlamaya çalışıyordum. Arkadaşlarımın bakışlarından da aynı çaba içinde oldukları anlaşılıyordu.
Alnında “Yaşasın 1 Mayıs” yazan kırmızı bandıyla karşımıza geçip pozlar vermeye başladı genç. Sağ eliyle yumruk, sol eliyle de zafer işareti yapıp sağa sola dönerek duruş sergiliyordu. Şahin’in cep telefonundaki düğmeye basışıyla arka arkaya çekim sesleri yankılanıyordu. Burnu uzun siyah ayakkabıları, siyah pantolonu, üst tarafında beyaz bir kazağı olan genç, âdeta stüdyodaki mankenler gibi değişik açılardan poz veriyordu. Gülmemek için kendimizi zor tutuyorduk. Birkaç dakika sonra pozlarını yeterli görmüş olacak ki önce ceketini, sonra telefonunu aldı arkadaşlarımızdan. Yüzünden gülücük, gözlerinden mutluluk yayılıyordu çevreye sanki.
“Nerelisin kardeş?”
“Vanlıyam.”
“Ne iş yapıyorsun İstanbul’da?”
“İnşaatta çalışıyam.”
“1 Mayıs’a ilk kez mi katılıyorsun?”
“He!...”
Başka soru sormamıza fırsat vermeden, “Bizimkiler nereye gitti lo?” deyip hızla alana ilerledi. O sırada KESK Genel Başkanı konuşuyordu. Yanımızda duran ve yüzündeki kırışıklıklardan deneyim sızan emekli bir işçi, “Akil adamı mı dinleyeceğim arkadaş!” deyip köprüye yöneldi.
Turgay, bakışlarını gözlerime dikti. “İşte sınıfın öncülüğü, bu iki işçiyi mücadeleye kazanmakla olur,” dedi.
 

Hiç yorum yok: