5 Nisan 2014 Cumartesi

Hapishane mektupları...






Adil Okay

İnsankızının-oğlunun iletişim araçları her çağda biraz daha gelişti. Tam tam’lardan, dumanla haberleşmeye, güvercin kanadından, telgrafın tellerine, posta arabalarından, cep telefonlarıyla yazışmaya, 140 karakterle sınırlı aşk mektuplarından, “kopyala-yapıştır” kiç mektupların yoğunlaştığı internete vardık. Peki, “mektup” bitti mi. Mektuplaşma tarihe mi karıştı? Hayır. Belki artık insanların büyük çoğunluğu elle yazmıyor. Klavye yerini aldı kalemin. Ama mektuplar, “e-mektuplar” gidip gelmeye devam ediyor. Türkülere - şarkılara konu oluyor. Pullar ve postahaneler ise ağırlıklı olarak resmi yazışmalar ya da reklam için kullanılıyor.

Ancak hapishanelerden halen el yazılı-pullu ve “görülmüştür” mühürlü mektuplar gelmeye ve gitmeye devam ediyor.

Hapishanelerde kaç bin mahpus ve yakını mektup yazıyor.

Bu gün itibariyle Türkiye hapishanelerinde 130 binden fazla tutuklu ve hükümlü var. Bunun çarpan etkisini düşünürsek yani her mahpusa yılda 10 ayrı kişi, yakını: eşi-çocuğu-yeğeni-anası-babası-arkadaşı, tek bir mektup yazarsa, toplamda yılda en az 1 milyon 300 bin mektup eder. (Sayı az değil. BM’ne üye bazı devletlerin sayısı 1 milyonun altındadır.) Bir örnek vereyim: Yeni yapılan Şakran cezaevinde 10 bine yakın tutuklu ve hükümlü kalmaktadır. PTT, Şakran cezaevi için özel şube açmak zorunda kalmıştır.

Demem o ki, pullu ve elle yazılan mektuplar henüz tarihe karışmamıştır.

Bir firarinin limon suyuyla yazdığı mektuplar

Eski bir mahpus ve cezaevi firarisi olarak hapishanelerde “illegal” haberleşme araçlarını çok kullandım. İçeriden dışarıya şifreli-kodlu mektuplar yolladım. 1980 yılında Adana cezaevinden firarımdan sonra, kaçak-sürgün hayatım boyunca da devam ettim bu illegal haberleşmeye. O zamanlar deşifre olma korkusuyla açıklayamadığımız “limon suyuyla”, yani görünmeyen yazıyla mektuplar yazardık. Hapisten firar ettikten sonra yıllarca sürdü bu “limonlu” mektuplar. Dolmakalem haznesine limonun suyunu çekiyor ve normal kalemle yazılmış mektuplarımızda satır aralarındaki boşluğa meramımızı yazıyorduk. Mektubu alan arkadaşımız da kâğıdı ısıtınca görünmeyen yazılar ortaya çıkıyordu. Daha sonra aynı işlemin başka ülkelerde sütle yapıldığını öğrendim. Ve aradan çeyrek asır geçince bu sırrın artık ifşa olduğunu öğrendim. Bu nedenle şimdi yazabiliyorum.

Ve güncel hapishane mektupları

Ve o gün bu gündür, mahpuslarla dayanışma amacıyla (ama bu kez legal) mektuplaşmalarım devam ediyor. Hapishaneden aldığım çok sarsıcı mektuplar oluyor. Elle hazırlanmış zarflar. Ellerinde bulunan sınırlı boyalı kalemlerle süslenmiş mektuplar. Gazetelerden kestikleri çiçekleri kâğıdın kenarına yapıştıran sevgi dolu insanlar. Kendilerini, çocuklarını, özlemlerini dolaylı anlatan, çoğu zaman da hapishanelerdeki yönetimin keyfi uygulamalarını, tecrit içinde tecridi, yasakları - cezaları betimleyen mektuplar.

Bu mektupların hemen hepsini www.gorulmustur.org web sitesinde yayınlıyoruz. Bu sitenin kuruluş amacını açıklarken şöyle demiştik: “Bir tutsak için en önemli moral kaynağı: ziyaretçi ve mektuplardır, diyorlar. Hele de bu tutsak, bir de toplumsal fayda için bedel ödüyorsa ve hapishanede de türlü baskılara maruz kalıyorsa biz 'dışarı'dakilere düşen de en azından bu tutsaklarla dayanışmaktır. Bu asgari zorunluluk, bizi “Görülmüştür” isimli çalışmayı yapmaya itti. Politik tutsakların, görüş yasağına, mektup yasağına, kimi cezaevlerinde renkli kalem, fazla kitap v.b bulundurma yasağına rağmen, ayakta kalma ve üretme mücadelesi içinde olduğunu biliyoruz. Öte yandan, politik tutsakların “dışarıdan” yeterince mektup alamadıklarından -dolaylı olarak- şikayetçi olduklarını da görüyoruz.”

Sonsöz:

Bitirirken yine bir politik mahpusun mektubundan alıntı yapmak istiyorum. Bu gün yaşamayan, kanser hastası olduğu halde tahliye edilmeyip hapishanede hayatını kaybeden İsmet Ablak’ın ölmeden birkaç gün önce yazdığı mektup, hâlâ devam eden karanlık bir dönemin “devlet politikasını” özetliyor:

İsmet Ablak. Doğum: 1969.  Ölüm tarihi: 18 Temmuz 2009

 “Ben İsmet Ablak. Bu mektup elinize geçtiğinde, ben sonsuzluk âlemindeki yeni yaşamıma, yeni başlamış olacağım. Doğrusunu isterseniz nereden başlayacağımı bilemiyorum. Çünkü dünyadayken bir doğduğumu, bir de cezaevindeyken yaşadıklarımı biliyorum. Tüm hayatım, anlamlı mahkûmiyet yıllarındaki sessizlikler içinde geçti. Ses olduğum tüm zamanlarda bile, sessizliğe itildim. Yatılı okulu okurken de Türkçeyi pek bilmezdim ve bilmemek de suçtu.

Konuşamadığımız için hep dayak yerdik. En çok dayak yiyenlerden biri de bendim. Sessizdim. Sessizliğim başıma bela olmuştu; tavır olarak bilinirdi.(…) Ve büyüdüm bir gün içeri alındım. 20 gün boyunca Aliye bekânın sevgili kara kollarında, kara günlere, kâbuslara budandım. Ben yine sessizdim; bağırmadığım, konuşmadığım için, anamdan emdiğim ak sütü fitil fitil burnumdan getirdiler.(…)

Cezaevi yıllarım zordu. Karartma gecelerini izleyenler, ‘Bu insanın çığlıklarını unutmayın’ diyenlerin hayatını bilenler, beni iyi anlarlar. Biz ‘insanlık onuru’ dedik. Ve bunun cefasına göğüs gerdik; sürgünler oldu. Dirhem dirhem eriyenler ve alev alev yananlar oldu. Ama biz bu soğuk demir ve duvar ortasında yaşamın sessiz çığlıkları olmaya devam ettik.(…)

Derken bir gece vakti aniden titremeye başladım, gözlerimi hastanede açtım. Ameliyata yattım. Ameliyat olurken de kanser olduğumu söylemediler. Hani bilmiş olsaydım, belki sevdiklerimi hazırlardım. Böyle ani olmazdı gidişim. İtiraf etmeliyim ki hastanede kaldığım o izbe yerde, bedenim çok zorlandı. Havasız ve ışıksızdı, hemen her gün ameliyata alınıyordum ve bedenim paralanıyordu. Dışarıdaki dostlar kan vermek için kilometrelerce yol gelip, sıra alıyorlardı. Yoksulluk hepsinin belini bükmüştü. Gözlerinin feri kaçmıştı. Damarlarındaki kan miktarı, hayata tutunmalarına ancak yetiyordu. Onun da yarısını bedenimi diri tutmak için veriyorlardı. Mahkûm arkadaşlarım kanlarını paylaşmak için başvurmuşlardı. Ama bürokrasinin soğuk çarkları donmuştu.(…)

Ben, sessizce yaşadım. Sessizce direndim ve bu dünyayı sessizce terk ettim. Gücümü sizlerden ve daha önce inançları uğruna gidenlerden aldım. Sizin şahsınızda tüm dostlarıma ve insanlığa veda ediyorum. Sevgiyle kalın.  İsmet ABLAK”

Not: Yazı 4 Nisan 2014 tarihli Özgür Gündem gazetesinde yayınlanmıştır.

kaynakça: Adil Okay, Ben Çıkana Kadar Büyüme  e mi…, Nota Bene yayınları, Ankara.

Hiç yorum yok: