13 Aralık 2013 Cuma

Sürgünlerde Tanık Olduğum İlginç Olaylar -1




Mustafa Elveren

“Senin Hakkında İyi Rapor Yazdıracaktım”

Sanırım 1994 yılıydı. Kürdistan illerinde memurların çok sürgün edildiği bir dönemi yaşıyorduk. Elazığ Eğitim Sen üyesi ve yöneticisi olan öğretmenlerin ismini içeren 40 kişinin sürgün edileceğini gösteren bir liste haber olarak Aydınlık Gazetesi’nde yayınlandı. Bu listede benim de adım geçiyordu. Haberin yayınlanmasından birkaç gün sonra bu listede ismi geçen öğretmenlerin tümü Türkiye’nin İç Anadolu, Karadeniz ve batı illerine sürgün edildi. Tabii ki bu sürgünde ben de payımı aldım.

Öğretmen olarak görev yaptığım Elazığ’dan Giresun’un Yayladere ilçesine bağlı bir köyün mezrasına sürgün edildim. Ancak, açtığım dava sonucunda birkaç ay sonra Malatya Bölge İdare Mahkemesi kararıyla tekrar Elazığ’a geri döndüm.

Eş durumu mazeretim olmasına rağmen Elazığ Milli Eğitim Müdürlüğü beni 70 Km. uzaklıktaki Kovancılar ilçesinde Özel Tim binasına 5 Km. uzaklıkta olan bir köye tayin etti.

O kadar uzak olmasına rağmen kısa bir süre sonra bu köyden de sürgün oldum. Bu köyde kaldığım sürede edindiğim gözlemlerimi ve yaşadığım bir olayı sizlerle paylaşmak istiyorum.

Köy nüfusunun büyük çoğunluğu Kürtlerden oluşuyordu. Genellikle birbirleriyle akrabaydılar. Örneğin; 4 kardeşli bir ailede; kardeşlerden biri kendi halinde, biri PKK'de, biri özel tim polisleriyle ilişkili, bir diğeri de dönemin Refah Partisi’nde çalışıyor. Genel olarak köyün siyasi durumu böyleydi.

Köylülerin bu çelişkisinden yararlanan Özel TİM elemanları da benim hakkımda köyden istihbarat topladığını daha sonra öğrenecektim.

Köyün eski muhtarı sık sık okula gelir ve benimle sohbet ederdi. Hatta bir defasında; “Oğlunun Rızgari örgütünden yargılandığını, ceza aldığını, cezası bittiği halde iş bulamadığını…” söyledi.

O tarihlerde Özgür Gündem ve benzeri çizgideki gazeteleri açıktan satın almak, okumak ölümü göze almaktı. O nedenle Kürd sorununa değinen din eksenli haftalık (Hatırladığım kadarıyla ismi SELAM idi) bir gazeteyi açıktan alıyordum ve okula da götürüyordum. Okul müdürü o köydendi ve eski muhtarın da akrabasıydı. Müdürün Özel TİM elemanlarıyla arası çok iyiydi. Hatta onlarla birlikte arsa ve araba alım-satımı işini yapıyordu. Müdür okuma bahanesiyle gazeteyi benden aldı. O gazetenin müdür odasındaki dolabın içinde kaldığından haberim yoktu.

Yerlerin karla kaplı olduğu bir kış günü (Aralık ayı ortalarıydı) sabah ilk derse daha yeni girmiştim ki, sınıf penceresinden üstü çadırla kaplı askeri bir kamyonun okul bahçesine doğru geldiğini fark ettim. Hemen dışarıya fırladım. (O an ölümü ve kaçmayı içimden geçirdim) Ancak, kamyon çok hızlı bir şekilde okul bahçesine girmişti bile. Çok korktum, belki de benzim sararmıştı. Kamyondan nizami bir şekilde her biri uzun namlulu silahıyla birlikte atlayarak iniyorlardı. Ben tedirgin bir şekilde –Hoş geldiniz! Hayırdır! Bu sözlerim üzerine biri; “Öğretmenler gününüzü kutlamaya geldik. Yoksa istemiyor musunuz?” diye beni cevapladı. Ben de; bu gün değil, Öğretmenler gününün 24 Kasım’da yapıldığını söyledim. Derken, bir de baktım ki okul müdürü şoför mahallinde iniyor. Okul müdürünü görünce biraz rahatladım.

Bunlar hep birlikte okul müdürünün odasına gittiler. Ben de sınıfıma döndüm. Yine sınıf penceresinden eski muhtarın okula doğru geldiğini, okul müdürünün odasında bulunan Özel Tim elemanlarının yanına gittiğini gördüm. İçime bir kuşku düştü ve sınıfta bir türlü ders işleyemiyordum. Teneffüs saatini iple çekiyordum. Bu nedenle 5 dakika önce teneffüs zilini çaldım ve hemen müdür odasına doğru gittim. Kapıyı çaldım, içeriye girdiğimde bir polis elindeki formu müdür odasındaki çelik dolaba dayanarak ayakta doldurduğunu gördüm. Beni görünce hepsi birden ayağa kalktı “-hadi eyvallah” deyip, ayrıldılar. Fakat eski köy muhtarı içerde oturuyordu ve bana şöyle seslendi. “-Sen niye odaya girdin? Ben senin hakkında çok iyi rapor yazdırıyordum. Adamlar seni görünce bozuldular…” demesiyle o anda onun işbirlikçi olduğunu anladım. Okul müdürü polisleri yolcu ettikten sonra yanıma geldi. “-Hocam, senin okuduğun gazeteyi çok beğendiler. Bu hoca Müslüman birine benziyor dediler…” Hâlbuki benim dinsiz olduğumu okul müdürü biliyordu. Polislerin bilmemesi mümkün değildi. Belki de hep birlikte “PKK yandaşıdır” şeklinde aleyhime rapor hazırlamışlardır.

Okulların tatil olmasını beklemeden yani okulların kapanmasına iki ay kala üzerinde “ÇOK ACELE” yazan bir zarf özel ulak ile bana ulaştırıldı. Anlaşılan benim bu köyde kalmam çok sakıncalıydı ve beni bu defa da Afyon’a sürgün ettiler. Artık amacına ulamışlardı. Benimle beraber sürgün edilen Suat Doğan isimli öğretmen arkadaşımla birlikte sürgünleri durdurmak için Ankara’da Meclis’te torpil aramaya başladık. Ben kardeşim İbrahim’le beraber DYP Tunceli milletvekili ve dönemin Meclis başkanvekili Kamer Genç’in, Suat ise Palu şeyhlerinden birinin tavsiyesiyle DYP Urfa milletvekili ve Devlet Bakanı Necmettin Cevheri’nin yanına gitti.

Her ikimize de verilen yanıt aynıydı. “OHAL Valiliğince bölgede görev yapmanız sakıncalı görüldüğünden, MEB’in Valiliğin tasarrufunu değiştirme yetkisi yoktur.”

Bu olumsuz yanıttan sonra ben bir kez daha şansımı denemek istedim. Dönemin Milli Eğitim Bakanı olan Nevzat Ayaz’ın özel danışmanlarından Kastamonulu bir okul arkadaşımla görüştüm. Arkadaşıma sürgün olduğumu anlattım ve bu sürgünü geri alma şansımız var mı? Diye sordum. Arkadaşım sürgünün nedenini sormadı. Sadece “-kolaydır. Hallederiz…” dedi. Ben de sürgün’ün “bölücü, yıkıcı terör örgütlerine yardım edebilirler…” gerekçesiyle OHAL Valiliği tarafından yapıldığını söylemedim. Odada çayımı içerken arkadaşım da benden sicil bilgilerimi aldı ilgili İlköğretim Genel Müdürlüğüne gitti. Biraz sonra odasına geldiğinde yüzü asıktı. “Mustafa, yahu sen PKK.lı mısın? Sen okulda vatanseverdin. Senden böyle bir şey beklemiyordum…”  söylenerek bana serzenişte bulundu. Ben de; Hayır! Benim hiçbir örgütle ilişiğim yoktur. Sadece Eğitim Sen Elazığ örgütü kurucusu ve şube sekreterliği görevini yaptım. Esas sendika faaliyetlerimden dolayı bu kılıfı uydurdular…” dedim. Bu yanıtım üzerine: “Akıllı ol! Sendika-mendikada ne işin var?” yine öğüt vermeye başladı. Ne yazık ki buradan da olumlu bir sonuç alamadım.

Benim de Suat’ın da morali çok bozuktu. Başka bir kamu kurumuna naklen geçmek için hükümetin SHP kanadında arayışlara girdik. Kardeşim İbrahim Elveren o tarihlerde SHP Ankara-Mamak İlçesi İl Genel Meclisi üyesiydi. İbrahim beni ve Suat’ı yanına alarak, Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu Genel Müdür muavini olan birisiyle görüştürdü.

Müdür muavini bize “-Türkiye’nin birçok illerinde kendilerine bağlı boş müdürlük kadrolarının bulunduğunu, bu illerden hangisini istiyorsanız naklen tayininizi yapalım” dediğinde çok umutlanmıştık. Ancak, Milli Eğitim Bakanlığı’nın bu kuruma gönderdiği muvafakat yazısından sonra, bırak müdür kadrosunu, memur kadrosunun bile olmadığını söyleyip isteğimizi reddettiler.

Bu maceradan sonra Suat öğretmenlikten istifa edip, kooperatif ve inşaat işleriyle uğraşmaya başladı. Ben ise, Afyon’a sürgüne gitmeye razı oldum.

Bu kadar sürgün ve baskıdan sonra Suat’ın bir dönem Elazığ’da DSP İl Başkanlığını ve ayrıca CHP’den de Maden belediye başkan adayı olduğunu öğrenince çok üzülmüştüm. Halen ticaretle uğraşan Suat’la bir ara telefonla görüştüğümde o da bana şakayla karışık “Akılı ol” dediğini hiç unutmuyorum.

Bu arkadaşlarımdan birkaç kişinin halen ticaretle uğraştıklarını öğrendim. Demek ki bunların içinde bir tek ben akıllı olamadım. Çünkü Pirim Seyit Rıza’yı ve arkadaşım-Köylüm Çağdaş Kawa Mazlum Doğan’ı övmekten dolayı Tunceli Savcılığı tarafından hakkımda çok sayıda soruşturma açıldı ve mahkeme kararlarıyla cezalar aldım. Ne yapayım yani? Benim payıma da “akıllı ol” yerine cezalar düştü. Öyle “akılı ol”maktansa cezayı yeğlerim.

Bu istihbarat toplama işlemi daha sonra sürgün olarak gittiğim tüm batı illerinde de jandarma ve polis tarafından devam ettiğini ayrıca öğrendim.

Giresun ve Afyon’da 9 yıllık sürgün hayatımda başımda geçen ilginç olayları ve gözlemlerimi zaman buldukça yazmaya çalışacağım.

Hiç yorum yok: