21 Aralık 2014 Pazar

FİKRET BAŞKAYA ‘KADAVRA AKADEMİSYENLER’E KARŞI...



Adil Okay
  
16.12.2014 günü Hacettepe Üniversitesi’nde “Yeni Türkiye ve Eğitim” konusunda bir panel planladı. Panelin konuşmacıları Doç. Dr. Fikret Başkaya ve Prof. Dr. Nejla Kurul idi. Güvenlik görevlileri Genç Sen’e üye Hacettepe Üniversitesi öğrencilerinin uygun dilekçe vermedikleri gerekçesiyle Rektörlük talimatıyla Prof. Dr. Nejla Kurul ve Doç. Dr. Fikret Başkaya’nın üniversiteye girişini engellediler. Bunun üzerine iki aydın, konuşmalarını Üniversite’nin önünde yaparak olayı protesto ettiler. (…) Büyük şirketlerin paneller düzenleyip, stantlar açabildiği, bakanların miting alanı gibi kullanabildiği üniversiteye iki bilim insanının sokulmaması üniversitenin siciline işlenmiş kara lekelerden biri olarak tarihe geçti.[i]

Bu haber, okuyanları dehşete düşürmeli değil mi? Başta Hacettepe üniversitesinden olmak üzere ülkenin dört bir yanından akademisyenler bu durumu protesto etmeli. Etmeliydi. Ama bakıyoruz konuyla ilgili paylaşılan fotoğrafa. Üniversite önünde Pr. Dr. Nejla Kurul ve Dr. Başkaya’nın sokak dersine sadece bir grup öğrenci katılmış. Akademisyenler yok. Varsa da bir elin parmakları kadar az. Bir kez daha görüyoruz ki bir şeyler eksik üniversite camiasında. En başta “ahlak”. Hani muhafazakârların ağızlarına pelesenk ettikleri ahlak – etik! Bilim etiği yok. Bu da yeni değil. 12 Eylül darbesinden sonra üniversiteler YÖK eliyle kışlaya çevrildi. Üniversite öğrencileri askeri lise öğrencilerine, akademisyenler de “özgür araştırmacı- bilim insanı” kimliğinden uzaklaşıp YÖK kılıcını meslektaşlarına karşı sallayan subaylara dönüştüler. Ve YÖK karanlığından istisnasız tüm hükümetler beslendi- yararlandı. AKP ise “YÖK’ü lağvedeceğiz, demokratikleşeceğiz” sloganlarıyla iktidara gelip seleflerini bile aratır hale geldi. Aydınların aydınlığı, bilim insanlarının özgürlüğü-özgünlüğü kalmadı. (İstisnalar var elbette.)

Entelektüel kavramının yerini bulduğu 1889 Dreyfus davasından sonra Türkiye’de “aydın-münevver-mütefekkir” tanımları yaygınlaşmıştı. Süreç içinde, özellikle 1980’den sonra, Fransa’da da (dünyanın birçok yerinde olduğu gibi) entelektüellerin ışıkları sönmüş, lambaları patlamış, Emile Zola’nın ve yüzyıl sonra onun izinden giden Sartre’ın çizgisinden sapmışlardır. Önceleri “entelektüel”, aydınlar grubuna verilen ad iken (Emile Zola Dreyfus’u savunurken yalnız değildi, 1500 kişilik bir entelektüel grubuydu), giderek tek tek kişilere “entelektüel” denilmeye başlanmıştır. Günümüz Fransa’sında neredeyse üniversite diploması olan herkese “entelektüel” denilerek, (kimi zaman da “entello” diye alay edilerek) bu kavramın içi boşaltılmıştır.

J. Benda ise daha acımasız davranmış ve aydın ihanetinden söz etmiştir: “işlevleri adalet ve akıl gibi ebedi olan ve çıkarlar üstü değerleri savunmak olan aydın kişiler bu işlevlerine pratik çıkarları uğruna ihanet etmişlerdir. O gün bu gündür entelektüellere karşı duyulan hayranlık yanı sıra onlara temkinli ve kuşkulu yaklaşmak adet olmuştur.” 1. dünya savaşının bitiminde yaptığı araştırmada Benda, entelektüelleri zengin sofralarından yemlenmek için şaklabanlık yaparak kralın soytarısı rolüne soyunmaları üzerine ihanetle suçlamıştır.

Dr. Nejla Kurul ve Fikret Başkaya dünyanın tanıdığı, tekellerden ve devletten bağımsız saygın aydınlarımızdandır. Başkaya, Cem Terzi’nin ifadesiyle bu ülkenin onurudur. Temel Demirer’in ifadesiyle bu ülkenin yaşayan 3 aydınından biridir. Fikret hocayı ben Çağdaş Jean Paul Sartre’a benzetirim. Birçoğunuz bilir ama ben yine anlatayım: Sartre, Cezayir’in bağımsızlık savaşı sürecinde, Fransız askerlerinin tecavüz ve işkencelerine karşı Cezayir halkının yanında yer almıştı. Cezayir’in bağımsızlığını desteklemişti. Bunun üzerine dönemin polis şefi Sartre’ın hapse atılması gerektiğini söylemiş ama devlet başkanı De Geaule, “Sartre Fransa’dır Fransa’yı hapsedemeyiz” diyerek bu öneriyi geri çevirmişti. Elbette De Geaulle’un günahlarını affettirmez bu yanıt. Ama insan düşmanından bile bir düzey bekliyor. YÖK veya AKP kurmaylarında bu düzeyi de göremiyoruz.

Fikret Başkaya da Sartre gibi bu ülkede en zor zamanda Kürt ve Ermeni sorunu hakkında sözünü sakınmamış, yazmış, konuşmuş ve yeni ortaçağa, kapitalist barbarlığa dikkat çekmiştir. Hocaların hocasıdır. Ruhlarını para ve kariyer için şeytana satan birkaç üniversite yöneticisi onun - onların ders vermesini engelleyemez.

Sonsözü Fikret Hocaya bırakıp tamamlıyorum diyeceklerimi: İkinci emperyalistler arası savaş öncesinde okul sadece egemen sınıfın çocuklarına açıktı. İkinci Savaş sonrasında emperyalist ülkelerde işçi sınıfının, Üçüncü Dünyada da ezilen hakların mücadelesi sonucu, okulun kapısı işçi sınıfı ve diğer mütevazı kesimlerin çocuklarına da açıldı. Bu dönemde hem okullaşma oranı büyüdü hem de eğitici kadroda önemli bir artış oldu. Öğretmen ve öğretim üyesi sayısı arttı. Fakat, bir taraftan bizzat aldıkları eğitim, diğer taraftan da egemen ideolojinin genç nesillerin kafasına sokma işlevine koşulmuş olması itibariyle, bu kesimin sınıf mücadelesi içindeki konumu problemlidir . Okulda öğretmen, devleti, otoriteyi temsil eder. Bu niteliği itibariyle öğretmen-öğrenci ilişkisi, otorite ve otoriteye maruz olan ilişkisidir. Öğrenci öğretmene itaatsizlik yaptığında, otoriteye, devlete karşı gelmiş sayılıp cezalandırılır. Bu yüzden okullarda asıl yapılan eğitmek değil, disipline etmek, uyumlandırmak, hizaya getirmek, öğrenme güdüsünü, tecessüsü ve bilimsel-entellektüel yaratıcılığı yok etmektir... Velhasıl asıl yapılan öğrencideki yaratıcı potansiyeli ve yeteneği geliştirmek değil, bastırmak, ezmektir... Bu tip kurumlar gerçekten eğitim kurumları mıdır? (…) Bütün sorun bilgiyi kapitalistlerin ve onların devletinin elinden alıp, bir özgürleşme aracına dönüştürüp-dönüştürmemekle ilgilidir. Dünyayı değiştirmek için okulu değiştirmek, okulu değiştirmek için de sistemi değiştirmek gerekiyor... Bu diyalektik bütünlük bir kere anlaşıldı mı, artık önümüz açık demektir...”[ii]

21.12.2014


[i] Siyasi Haber, Ankara.
[ii] Fikret Başkaya, Kadavra Medeniyeti, www.ozgurüniversite.org

Hiç yorum yok: